Jump to content
2019 Temmuz ve 2023 Mart arası tüm içerik ve üyelikler silinmiştir. Lütfen yeniden kayıt yapınız ×

Tevfik

Üye
  • Toplam İleti

    12.655
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Kazandığı Gün

    139

Tevfik tarafından yazılan her şey

  1. benim bildiğim avrupada golf 4 te kaldı hala...
  2. hatice sevmiyom ben...ledli sony xperia seviyom playstation ve diğer özellklerini...ice cream sandwichi yapıyom. http://androidtr.org/180/htc-one-x-ve-sony-xperia-s-karsilastirmasi-hangisi-daha-iyi/
  3. denizlide hyundai elantraları bedava dgıtmışlar sanırım birsürü gördüm yeni focusta var yaygınlaşmış...
  4. hoşbulduk...ama globalleştik artık...marka takıntısı görmüyorum ben giyimi herkes herşeyi giyebiliyor...ama yıllardır alışılan kalitesiyle kot sadece levistir hele en son koleksiyonunda 20 yıl öncesine dönüş var zımba koymuşlar fermuar bitimine ona bakarsan 100 tlde takım elbise var...2500 tl.yede...ama telephone iphone dir...gerisi oyuncak pazar günü eşime sony xperia u aldım cok güzel bir alet...ogluma p kendimede s alıcam sony yapmış diyorum....ama apple değil olamaz...nasıl golf gelince focusları garajlarda görüceksek buda öle bişi...
  5. Bir süredir tedavi gören usta oyuncu Müşfik Kenter yaşama veda etti. Bir süredir akciğer kanseri nedeniyle tedavi gören usta tiyatro sanatçısı Müşfik Kenter hayatını kaybetti. 80 yaşındaki Kenter, akciğer kanseri ve buna bağlı gelişen akciğer enfeksiyonu nedeniyle tedavi altına alınmıştı. Usta tiyatro oyuncusu Müşfik Kenter bugün saat 16.30 sularında yaşamını yitirdi. Kenter bir süredir yoğun bakımda tedavi görüyordu. Oyuncular Sendikası Müşfik Kenter için Cuma günü (17.08.2012) Saat:10.00’da Kenter Tiyatrosu’nda tören yapılacağını duyurdu. Büyük usta Müşvik Kenter Müşvik Hoca 1932 yılında İstanbul'da dünyaya geldi. 1947'de Ankara Devlet Tiyatrosu Çocuk bölümünde tiyatroya başladı. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde eğitim gördü; okulu 1955 yılında yüksek derece ile bitirdi ve devlet tiyatrosuna girdi. Sanat yaşamı, devlet tiyatrosunda oynadığı Oğuz Ata oyunu ile başladı. 1960-1961 yılları arasında Site Tiyatrosu'nu kurdular. 1962'de adını Kent Oyuncuları olarak değiştirdiler. İki kardeş ve Şükran Güngör, 1968'de İstanbul'da Kenter Tiyatrosu'nun binasının inşaatını tamamladılar. Tiyatroyu yapmaları için tüm paralarını ortaya koymaları, büyük bir turne ile Anadolu'yu gezmeleri ve bir koltuk satma kampanyası ile destek toplamaları gerekmişti. Seyircilerin pek anlamayacağı düşünülen oyunları sahnelemekten çekinmediler İngiliz Kültür Heyeti ve Rockefeller'den burslar alarak Amerika ve İngiltere'de tiyatro araştırmaları yapan ve incelemelerde bulunan Kenter, İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya, Yugoslavya, Kıbrıs gibi bir çok ülkede oyunlar sergiledi. Sanatçı, tiyatro oyunculuğunun yanı sıra sinema oyunculuğu da yaptı. 1966 Antalya Film Festivali'nde, Bozuk Düzen filmiyle 'en iyi yardımcı erkek oyuncu' ödülünü kazandı. Yerli, yabancı TV filmlerinde, belgesel ve reklamlarda seslendirme yaptı. İngiliz Kültür Heyeti ve Rockefeller’den burslar alarak Amerika ve İngiltere’de tiyatro araştırmaları yapan ve incelemelerde bulunan Müşfik Kenter, İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya, Yugoslavya, Kıbrıs gibi bir çok ülkede oyunlar sergiledi. Yüzün üzerinde oyun sergiledi ve yönetti. Bir çok Türk yazarının oyunlarının yanı sıra, Shakespeare, Çehov, Gorki, Brecht, İonesco, Pinter, Albee, Arthur Miller gibi yazarların oyunlarını sahneledi ve oynadı. Müşfik Kenter, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan emekli olduktan sonra, Haliç Üniversitesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü Başkanlığı’nı ve Bakırköy Belediyesi Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliği görevlerinde bulundu. Oynadığı bazı tiyatro oyunları Nasrettin Hoca Birgün Çözüm Kuvayi Milliye Anlat Şehrazat (Binbir Gece Hikayeleri) İvanov Nükte Ramiz İle Jülide Ver Elini Brodvey Van Gogh Kökler Kahramanlar Ve Soytarılar Arzu Tranvayı Buzlar Çözülmeden Ders İnsan Denen Garip Hayvan Müşfik Kenter'den... Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telaşındasınız değil mi? Hiç vaktiniz yok, 'Fast live', 'Fast food', 'Fast music', 'Fast love'... Dikte ettirilen 'yükselen değerler', 'in' ler, 'out' lar... Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi ... Dostluğu klavyelerinde, yaşamı monitörlerinde arayanlar, Size sesleniyorum! Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini? ve benim hiç unutmadığım o güzel söylemi...gecenin öteki yüzündeki...yıllardır unutmam...Allah rahmet eylesin....
  6. hımm peki ozaman birileri sallamış...kendince yorumlar yapmışlar...bizde ekonomist olarak yapalım birazcık... Bir firmanın Piyasa değeri, ciro ve kârının neticesidir. Cironuzu arttırırsanız, doğru fiyatlama ile kârınız artar, o da piyasa değerinizi artırır. Neticede üçünü birbirinden koparmak mümkün değildir Ancak piyasa değeri ile şirketin mali durumu, gelecekteki pozisyonuı ve güvenilirliği de önemlidit.Piyasa değeri yüksek olan şirketlerin kredi fizibilitesi (borçlanabilmesi) daha yüksek, hem de borçları daha az olduğundan başarılarını bununla ölçmek daha kolaydır. Dünyada hangi şirketlerin daha değerli ve büyük olarak tanımlandığı konunun içeriğine bağlı. Örneğin konumuz bugün hangi şirketlerin ekonomide daha büyük rol oynadığı, mal piyasasında lider olduğu ya da istihdamda rolünün ne kadar büyük olduğu ise ciro önemli bir ölçü. Yine cirosu yüksek bir şirketi piyasa değeri yüksek anlamına gelmez tek başına bir ölçüt değildir çünkü.Bugün piyasa değeri büyük olan birçok şirketin ciroları düşük olabilir ve bu yüzden kısa vadede ekonomide çok önemli bir etkileri olmaz. Ayrıca piyasa değeri fazlasıyla değişken olduğu için dünün çok değerli şirketleri bugün tüm piyasa değerlerini kaybedebiliyor. Hızla büyümekte olan sektörlerde piyasa değeri çok önemli. Mesela bilgisayar yazılımı, biyoteknoloji, internet gibi değerinin büyük kısmı uzun vadede büyüme potansiyelinden gelen şirketlerden oluşan sektörlerde piyasa değerleri çok yüksek olabilirken, bugünkü ciroları bunu yansıtmayabilir. Onun için piyasa değer ölçüleri bir şirketin benzer şirketlerle olan nakti ve ayni kıymetlerinin birçok ekonomik rasyo ile karşılaştırılması sonucu oluşur,ciro,karlılık,borç durumu,gelecekteki satışlarının durumu,sektördeki hızla yükselmesi,üretim girdi maliyetlerinin düşük olması ve pazarının gelişmesi bunların hepsini bütünü benzer sektördeki bir şirketten yüksekse değeri de yüksek demektir.Elbette işin birde borsa ayağı varki karlılık ve hisse başı temettü ile hissedarların sermaye piyasalarındaki davranışlarıda bunu etkiler. Örneğin;büyük bir şirket satışlarını devamlı arttırıyor olabilir ama satışlarındaki kar marjını yükseltemiyorsa cirosu nekadar yüksek olursa olsun belki ciroda yüksek yerlerde olabilir ama şirketin piyasa değeri ondan daha küçük bir firmanın altında kalabilir. Günümüzdeki teknoloji şirketlerindeki dünün devlerinin bugün piyasadan silinmekte oluşuda bu pazar paylarını arttıramama ve sektördeki ilerisi için projeksiyonlarını arttıramamasından kaynaklanmaktadır.... Ülkemiz için bir örnek verirsek Koç-Sabancı hangisi daha büyüktür.Koç şirketleri ciro olarak Sabancının çok üstündedir.Ama diğer unsurları eklediğimizde Sabancı Holdingin piyasa değeri Koç Holdingten yüksektir...
  7. herkeste bir ekonomist bir ekonomist maşallah ...biz boşuna okumusuk yıllarca...heygidinin Adam smithi hey...
  8. Tarihin akışını değiştiren minik raslantılar Şule TÜRKER Tuhaf ve harika olayların tarihe kayıt düşüldüğü geniş bir koleksiyona sahip olan Phil Mason’un yazdığı “Napolyon’un Basuru” adlı kitap, tarihte büyük etkiler yaratan “minik” olaylara yer veriyor. Ali Cevat Akkoyunlu’nun Türkçe’ye çevirdiği, Everest Yayınları’ndan çıkan kitapta bireylerin yaşamını ve dünyayı değiştiren ilginç olaylar anlatılıyor. HEİL HİTLER DEĞİL, HEİL “SCHICKLGRUBER” OLACAKTI: Adolf Hitler’in babası, “Alois Schicklgruber”adıyla doğar. Alois, Kuzey Avusturya’nın geri kalmış bölgesi Waldviertel’deki Strones Köyü’nden Maria Schincklgruber adlı bekâr bir köylü kadının oğludur. Bir gün Johann Georg Heidler adlı birisi Maria’yla evlenir. Ancak Alois, “Schicklgruber” kendi soyadını kullanmayı sürdürür. Heidler, öldüğü zaman dahi hâlâ bu soyadını taşımaktadır. Alois ve üvey amcasının çıkarları söz konusu olmasa, bütün yaşamı boyunca “Schicklgruber” olarak kalacak, böylelikle Adolf Hitler “Adolf Schincklgruber” olarak dünyaya gelecekti. Ancak amca Heidler sadece 3 kızı olduğundan soyadının tükenmesinden korkar. Bu yüzden Alois’e bir mektup yazarak soyadını değiştirirse mirasından pay vereceğini vaadeder. Alois öneriyi kabul eder ve adı Alois Hitler olur. SAVAŞ GÜNÜ BASURU TUTTU: Napolyon’un Waterloo’daki yenilgisinin nedeni, son anda ortaya çıkan, atına binip birliklerinin manevralarını denetlemesini engelleyen dayanılmaz basur sancısıdır ve bu yüzden ordularını istediği biçimde yönetemediği tek örnek Waterloo Savaşı’dır. Basur, Napolyon’u seferin başlangıcında da rahatsız eder. İki gün önce hekimler sancısını azaltacak sülükleri kaybeder, yanlışlıkla verdikleri afyon tentürü de etkisini savaş sabahı bile sürdürür. Yapılan bazı araştırmalar, Napolyon’un ilk saldırıyı başlatmakta gecikmesini rahatsızlığına bağlar. Başlangıçta sabah 6’da planlanan saldırı önce 9’a ertelenir, ancak öğlene kadar bir türlü başlayamaz. PARTİYE KABUL EDİLSE ABD BAŞKANI OLAMAYACAKTI: Evil Empire filminin katili Ronald Reagan’ın Amerikan Komünist Partisi’ne başvurusu sonuç vermez. Komünistlerce “fazla sığ” bulunduğu için geri çevrilir. Komünistler Reagan hakkında biraz daha olumlu düşünmüş olsaydı, yarım yüzyıl sonra bir numaralı düşmanları olarak ortaya çıkması akla bile gelmezdi. BEYZBOLCU OLACAKTI, LİDER OLDU: Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro, 1947 yılında, 21 yaşındayken Washington Senators ile çıktığı deneme karşılaşmalarında beğenilseydi, profesyonel beyzbolcu olmasını kimse engelleyemezdi. Üstelik Amerika da on yıllar süren bir “baş ağrısı” yaşanmamış olurdu. Bir diğer rakibi de yine uçak kazasında ölünce, Franco liderlik yarışında yalnız kalacaktır. İkinci kaptan anahtarı unutunca kaza oldu Titanic, Nisan 1912’de Southampton’dan yola çıkmadan önce, İkinci Kaptan David Blair son dakikada gemideki görevliler listesinden çıkarılır. Blair, gözcü için olmazsa olmaz dürbünlerin bulunduğu dolap anahtarını yeni görevliye teslim etmeyi unutur. 1512 kişinin hayatına mal olan felaketten sonra hayatta kalan gözcülerden Fred Fleet, yolculuk sırasında ellerinde dürbün olmadığını doğrular ve dürbünler olsaydı buzdağını çok daha önceden fark edeceklerini belirtir. Kazadan kurtulan Blair’in yanında kalan anahtar torunları tarafından 2007 yılında 90 bin Sterlin’e satılır. GERÇEK JAMES BOND KİMDİ?: Edebiyat dünyasının en ünlü casusu James Bond, adını Ian Fleming’in tutkulu bir kuş gözlemcisi olmasına borçludur. Gerçek James Bond, Karayip Adaları’nın kuş cinsleri üzerinde uzmanlaşan genç bir üniversite araştırmacısıdır ve 1936 tarihli “Karayipler’in Kuşları” adlı çalışması bölgedeki kuş yaşamını sınıflandıran ilk eseridir. Kitap, yılın önemli bir bölümünü Jamaika’da geçiren Ian Fleming’in başucu kitabı olur. Fleming, 1952’de ilk Bond macerası olan “Casino Royale” kitabını yazmaya başladığında kahramanına isim ararken, gözü Bond’un çalışmasına takılır. “Beynimde bir şimşek çaktı. Bu kısa, romantiklikten uzak ve erkeksi isim tam aradığım gibiydi” der. Yararlı bir iletişim aracı Eyfel! Eyfel Kulesi, Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümü nedeniyle 1889 Evrensel Sergi kapsamında kurulur. Kent yetkilileri kulenin yapımcılarına araziyi 20 yıllığına tahsis eder, bu süreden sonra kulenin sökülmesi kararlaştırılır. 1909 yılı geldiğinde Fransız telgraf yetkilileri, kent yöneticilerini kulenin yararlı bir iletişim aracı olduğuna inandırınca Eyfel Kulesi yıkılmaktan kurtulur. YEDİĞİ DAYAK MEŞHUR ETTİ: Mel Gibson’ın ilk önemli rolünü Mad Max filminde almasının nedeni, deneme çekiminden bir gece önce esaslı bir dayak yemesidir. Sarhoş kavgasının ürünü görüntüsü yönetmen George Miller’ın aradığı gibidir. Miller, Gibson’dan iki hafta sonra çekimlere gelmesini ister.
  9. Golf yokken atıp tutmalar normaldir bayram yapmışlar körlerle sağırlar birbirini ağırlamışlar...şimdilik....
  10. Zamanımız narsisizm çağı “Hüzün bize hayatın kırılganlığını, dünyanın faniliğini, şeylerin gelip geçiciliğini öğreten görkemli bir misafirdir”... ŞULE TÜRKER “Hüzün bize hayatın kırılganlığını, dünyanın faniliğini, şeylerin gelip geçiciliğini öğreten görkemli bir misafirdir”... Bu söz “Psikiyatri” denilince akla gelen isimlerden birisi olan Prof. Kemal Sayar’a ait... Sayar, hüznü “misafir” olarak kabul edip, yaşamak gerektiğini söylüyor. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayar, Timaş Yayınları’ndan çıkan “Hüzün Hastalığı” adlı kitabında da, hüznün “insan olmanın ayrılmaz bir parçası” olduğunun altını çiziyor... Sayar, modern zamanlarla birlikte insanların “kolay incinir, kolay şikayet eder” hale geldiğini, çoğunlukla hayatındaki olumsuzlukları antidepresanla “def etme” yolunu seçtiğini belirtiyor. Sıradan bir hal olan keyifsizliğin “minör depresyon” adıyla anılıp ilaç tedavisi önerilebildiğini söylüyorsunuz. Bu durumdan, depresyon şikayetiyle psikolog ya da psikiyatristlere gidenlere boş yere ilaç tedavisi veriliyor sonucunu mu çıkartmalıyız? Bazen evet, çoğu zaman hayır. Bu durum klinisyenin hastasının içinde bulunduğu sosyal bağlamı ne ölçüde dikkate aldığına bağlı. Sıradan moral bozukluğu ve keyifsizliğin veya günlük hayatın içinde karşılaşabileceğimiz hüzün hallerinin, klinik depresyondan ayırt edilmesi gerekir. Ancak modern psikiyatri içinde, doğal ve gayet insani durumları da hastalık haline dönüştüren bir bakış açısıyla karşılaşabiliyoruz. Politik şiddet mağduru veya işsiz bir insana depresyon tanısı koymadan önce kırk defa düşünmek gerekir. Kimsenin işsizliğe neşeli bir tepki vermesi beklenemez. Çoğumuz hüznü hayatımıza sokmamaya çalışıyoruz. Siz ise hüznün yaşanması gerektiğini savunuyorsunuz, neden? Hayatı daha duyarlı yaşamak için hüznü bilmek gerek. Hayatı hep uçarı bir neşe içinde yaşamak, bizi başkalarının acılarını hissetmek sorumluluğundan kurtarıyor. Zamanımız, narsisizm veya “gemisini kurtaran kaptan” çağı. Sadece kendi küçük menfaatlerimizi kovaladığımız bir hayat, bana sorarsanız beyhudedir. Hüzün bize, ötekinin acısını ve varoluşa gizlenmiş o büyük acı ve endişeyi yakından görme fırsatı verir. Hüzünle birlikte egomuza sınır çizmeyi öğreniriz. Tevazuyu, ötekinin haliyle hallenmeyi öğreniriz. Hüzün bize bu dünyada kendi benliklerimizi aşan, çok daha önemli meselelerin olduğunu fısıldar. “Modern zamanlar tahammül duygusunu alıp götürdü. Toplumda neyin ne olduğuna uzmanlar karar veriyorlar ve onlar ızdırabın defedilmesi gereken bir şey olduğunu söylüyorlar” diyorsunuz. Bu meslektaşlarınıza bir eleştiri mi aynı zamanda? Bu sözler, ABD kaynaklı kurulu psikiyatrik düzene eleştiri. Şükür ki kendi içinden eleştirisini de çıkarabilen bir tıp dalında çalışıyorum. Modern zamanlarla birlikte incinebilirlik çok öne çıktı. İnsanların bir yüzyıl önce kolaylıkla göğüs gerdikleri zorluklar, bugün kolaylıkla travma bahsinde ele alınıyor. Sadece yirmi yıl içinde bile Batı gazetelerinde “travma” sözcüğünün kullanımında sıçrama tarzında bir artış var. Kolay inciniyor, kolay şikayet ediyoruz. Oysa aynı zorluk derecesine maruz kalan insanların bir bölümü hiç duygusal sıkıntı yaşamayabiliyorken, kimileri de kolaylıkla ruhsal sıkıntılara yakalanabiliyor. Psikiyatri bakışını biraz da insanın içindeki mukavemet unsurlarına çevirmeli. Bizi ne ayakta tutuyor? Zorluklara direnmemizi sağlayan şeyler nelerdir? İnsanın içindeki olumlu tarafı da mercek altına alabilmeliyiz. Zira bize başvuran insanların bir kısmı kendi kuvvet noktalarını hiç göremeyip, zaaflarını mutlaklaştıran insanlar. Depresyon insanı kör kuyularda merdivensiz bırakır Depresyon şikayetiyle gelen danışanlarınıza nasıl yol gösteriyorsunuz? Bakın belirtileri değerlendirerek oradan bir tanıya ulaşmak ve var olan durumu bir tanı kategorisiyle etiketlemek, mesleğimizin en kolay tarafı. Zor olan, o belirtinin neden o gün orada olduğunu anlamak. Psikiyatrın öncelikli ödevi anlamaktır. Bize başvuran insanların anlam dünyasını, onları nesneleştirmeden, olabildiğince tarafsız ve duyarlı bir biçimde keşfetmektir. Hüzünle depresyon arasındaki farkı nedir? Depresyonda insanı hayata karşı tamamen körleştiren, felç eden bir taraf var. Depresyon insanı işlevsiz bırakıyor. Oysa hüznün içinde, kendine mahsus bir enerji var. Hüzünlü insan yeni duyuşlarla, yeni düşüncelerle temas edebilir, depresyon ise insanı hissiz, bomboş, “kör kuyularda merdivensiz” bırakır. Ruhsal durumu karşılaştığı olaylar karşısında kötüleyenler ne yapmalı? Elbette hiç düşünmeksizin yardım istemeli. Ama hayatımızdaki tüm olumsuzlukları bir hapla defetme kolaycılığından da kaçmalıyız. Depresyon tedavisi yerli yerince yapılırsa hayatlar kurtarır, ancak yersiz antidepresan kullanımıyla da insanlar hayata ve çevrelerine yabancılaşabilir, hissizleşebilir. Psikiyatr veya psikologa gidenlerin sayısındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hasta sayılarındaki artış, modern toplumun insanı yalnızlaştıran, yabancılaştıran ve toplumsal bağları çözen yapısıyla yakından ilgili. İnsanın etrafında onu kollayan eşi dostu varsa, ruhsal sıkıntı riski çok azalıyor. Modern çağda bireyciliğin öne çıkışıyla birlikte, toplumsal destek sistemleri geriliyor. Artık mahallenin sevgilisi olan meczuplarımız yok. Televizyon insanların afyonu Çoğunluk “yalancı normallik” mi yaşıyor? Popüler TV kültürü insanları afyonluyor ve onları bir örnekleştiriyor. TV dizilerindeki karakterlerin sözleriyle konuşan yüzlerce insan görüyorum. “Televizyonun bir hayal üretme cihazı olarak, yitirilmiş sahici hayallerin yerine sentetikleri koydu” diyorsunuz. Giderek daha çok TV bağımlısı oluyoruz. Bu durum ruh dünyamızı nasıl etkiliyor? TV başında geçirilen saatler arttıkça depresyon olasılığı da artıyor. TV ve sanal ortamlar, insanların gerçek dünyadan kaçış fantezilerine hizmet ediyor. Ama gerçek hayat orada bekliyor ve sanal ile gerçek arasında bocalayan mutsuz insanlar ortaya çıkıyor. Bu durumda TV izlememek mi gerekiyor? Seçerek, dikkatli bir biçimde izlemeliyiz. Aileler TV başında geçirdikleri saatler yüzünden nerdeyse birbirleri ile konuşmayı unutur hale geldi. TV yerine eş dost toplantılarını, kitap okuma saatlerini, hayatla organik bir alışveriş içinde olduğumuz saatleri koyabilirsek, daha neşeli ve canlı insanlar oluruz. Bölgeden dönenlerde travma sonrası stres bozukluğu var Son dönemde artan terör olayları ve şehit haberleri toplumun ruh sağlığını nasıl etkiliyor? İnsanlar bu haber ve görüntüler karşısında büyük bir gerginlik hissediyor ve bir şey yapamamanın çaresizliği ile öfkeleniyorlar. Daha endişeli, daha öfkeli bir toplum haline geliyoruz. Terör, hiçbir kural, ahlak ve mukaddesat tanımadığını kutsal Ramazan ayını kana bulayarak gösterdi. Sağduyulu insanın terörist zihniyet ile bölge insanı arasındaki ayrımı yapabilmesi gerekir. Bölgede görev yapan askerler, çatışmalara girenler, yanlarındaki arkadaşlarını kaybedenler, sivil hayata döndüklerinde kolaylıkla adapte olabilirler mi? Hayır olamıyorlar. Travma sonrası stres bozukluğu belirtilerini yoğun olarak yaşıyorlar. Kabuslar, donuklaşma, en ufak seste irkilme... Özellikle beklenmedik bir zamanda çatışma yaşamış insanlarda daha fazla. Çatışmaya katıldıktan sonra günlük hayata uyum sağlamakta zorlanan çok sayıda insanla karşılaştım. ‘Sosyal adaletsizliğe çözüm olarak koruyucu ruh sağlığı tedbirleri alınmalı’ “Bir psikiyatristin ofisi memleketin umum manzarasını aksettiren ayna gibidir” görüşünden hareketle, Türkiye’nin şu andaki durumunu nasıl tarif edersiniz? Türkiye hoyratlaşıyor. Meşrep, dünya görüşü, sosyal sınıf ayırt etmeksizin insanlar bencilleşiyor ve sadece kendi klanının çıkarlarını savunan ben merkezci kişilikler türüyor. Çocuklarımızın ruhlarını içine soktuğumuz rekabete dayalı eğitim sisteminde eziyoruz. Sosyal adaletsizlik, toplumu içten içe zehirliyor. Aile yapısı aşınıyor, yara alıyor. O yüzden koruyucu ruh sağlığı tedbirleri alınmalı. Nedir bu tedbirler? Psikolojik destek hizmetleri yaygınlaştırılabilir. İnsanlar günümüzde işitilmek istiyor ve maalesef psikoterapi pahalı bir hizmet. Psikoterapinin daha geniş halk kesimlerine ücretsiz veya düşük ücretli ulaştırılması gerekir. Tuzla’da geçtiğimiz belediye döneminde böyle bir projenin liderliğini yürüttüm. Beş bine yakın terapi görüşmesi yapıldı ve insanlar bu hizmeti belediyenin himayesinde ücretsiz aldılar. Ama en başta topluma sinen şiddet, bencillik ve hoyratlığın tedavi edilmesi gerekir. Bunun için de insanı ve insana saygıyı esas alan, merhamet ve adalet eksenli, yeni bir toplumsal zihniyet oluşmalı. Duygularımızı ifade edemediğimizi söylüyorsunuz, bunun nedeni nedir?Şark, biraz da duyguları dile dökmeden söylemenin yeridir. Duyguların açık ifadesi bizimki gibi toplumlarda ayıp kabul edilebiliyor. Delilik bir tür protestodur bence “Geleneksel toplumlarda deliler toplum içinde ayakta tutulurlardı, horlanmazlardı. Modern toplumlarda itilip kakılıyorlar” diyorsunuz... Sokaktaki şizofreni hastasından mı korkmalıyız, yoksa dünyayı kan gölüne çeviren gözü dönmüş neo evangelistlerden mi? Dünya kollektif bir deliliğin akıl tutulmasında yaşarken, kendisinden başkasına zararı olmayan bir "delilik", bana bir tür protesto gibi görünüyor. "Sizin yalancı normalliğinize kanmıyorum" der gibi. Kapitalist ekonomi ve şehirleşmenin şizofreni hastalığının seyrini olumsuz yönde etkilediğini bugün iki büyük çalışmadan biliyoruz. Modern toplumda ruhsal rahatsızlığı dışlayan ve toplumun dışına iten tavırlar, bu rahatsızlıkların kronikleşmesine yol açıyor.
  11. Köfteci Ramizi göremedim ama belki yanılıyorumdur....
  12. Şiirlerimde küfür etme diyorlar usulsüz...... Lan bu kadar or...pu çocugunu nasıl anlatayım küfürsüz... Can YÜCEL...
  13. ulen bende diyorum yeni teknolojik donanımını şu işte kullancım bu işte dosyalarımı takip edicem birsürü iş hanımına vericekmiş peh...ben yatar...
  14. peki s2 den memnunsun ve çalışıyor makine s3 alman niye gerekiyor yani s3 alcın...hani egede bir laf vardır..fatmacıgın şeyinimi yapıcak bir bilsem...ciddi soruyorum bunu..yani bu kadar cok telefon değiştirmek niye...bilmek istiyorum
  15. Bence hepiniz parlak çocuklarsınız.... http://kiyas.la/cep-telefonu/karsilastir/Samsung-I9100-Galaxy-S-II-vs-Apple-iPhone-4S
  16. Tevfik

    Dizi Önerisi

    THE UNIT....The Unit, 2006-2009 yılları arasında 4 sezon boyunca Amerikan CBS televizyonunda yayınlanmış bir aksiyon, drama dizisidir. Dizi, Amerikan Özel Kuvvetleri olan Delta Force'ta görev yapan bir grup üstün yetenekli, güvenilir ve cesur askerin/ajanın hayatlarını konu alıyor. Çıktıkları çok gizli görevler ve askeri operasyonlar dizinin aksiyonu bol geçmesini sağlarken elemanların özel hayatları ve eşlerinin yaşadıkları olaylar diziyi bambaşka bir havaya sokuyor. Birbirine bir kardeş kadar yakın olan The Unit ekibine en büyük desteğide yine birbirleriyle dost olan eşleri ve aileleri veriyor... ve Robert Duncanlı güzel bir diziydi izlemeyenlere tavsiye ve dizi filmin müziği çok güzeldi...fired up....sizlerle...
  17. sen sunu bir gözlerini karartalım boşver moneyi bulalım cok güzel olucak bence demedi deme...sen gel beni dinle...o renkte süper durur inat etme cıkma bulunur biryerlerden...gözünü karart önce sonra focusun gözlerini karart...
  18. yakup abi degilki sonra money talks u ben musallat ettim siteye...
  19. keşke teste göndermeden önce aracın fotosunu cekseydiniz unutmayın servise bıraktığınızda arabanın önden arkadan ve yanlardan mutlaka güzel detaylı resimlerini çekip öyle bırakın arabanızı yoksa gelip aldıgınızda birsürü sorunla karşılaşırsınız elinizde delil olur böylece ben hep öyle yaparım bırakmadan çeker yetkililyle etrafını şöyle bir dolaşır ve öyle teslim ederim aldığımdada hemen atlayıp gitmem iyice dolaşır öyle alırım...çünkü siz bırakıp gidiyorsunuz ve onların yada başka araba sahiplerinin olmadık üzücü çizik göcük gibi müdahaleleriyle karşı karşıya gelebilirsiniz...
  20. ceket lens mi...dolmuşculuktan kalma sanırım gümüldür-özdere hattı...
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgi

Bu siteyi kullanarak, forum Gizlilik Politikasını kabul etmiş olursunuz.