Kamyonetle Kendine Gitme Rehberi
İnsan bir yere gidince oraya gitmekle kalmıyor kendisine de gidiyor. Gidilen yerde gördüklerine şaşırıyorsun ama iyi bakarsan, aslında en çok kendinde buldukların(d)a şaşırabiliyorsun. Mümkünse alıştığın konforunu darmadağın edecek gitmelere bırakmak lazım kendini. Ne kadar çok uzağına düşersen kendinin, o kadar çok ‘uzağında kalan kendine’ bakma fırsatın oluyor. Derin aşklarda da böyle olur insan. Sarsılır. Bir başkasına gitmeye kalkışmak bir yanıyla da aşk çünkü. Orada da fena halde kendinle karşılaşıyorsun.
Size acayip gelecek bir gitme tarzım vardı. Bir kaç yıldır yapmadım, yapamadım. Bir ara size de anlatacağım. Gördüğüm yerler, karşılaştığım insanlar kadar, belki ondan da çok kendimi; daha doğrusu –bilmediğim- kendime doğru gidişimi yazacağım. İnsan her sabah baktığı aynadan başka aynalarla –kandıramadığı aynalarla- karşılaşıyor çünkü. Biraz orası burası kanıyor. Rahatı kaçıyor. Gözü yerse çok da iyi oluyor.
Bazen bana “terapist nedir, nasıl bir şeydir?” diye sorarlar. Sanırım birçok şekilde tanımlayabilirim veya sıfatlayabilirim. Yazmaya kalksam ciltler dolusu şey çıkar. Sadece yumuşak, sarıp sarmalıyıcı, onay ve akıl verici bir komşu teyze sanır çoğu insan terapisti. Zannedilir ki orada terapist dert dinler, akıl verir. Oysa ben tanımlamaya kalksam en başa ne koyardım biliyor musunuz? Oyunbozan derdim. Terapötik ilişkide de fena halde kendine gider insan. Aynasında eli kesilir.
Bu hafta sonu çok yakın bir yere gittim. Burnumun dibinde olmasına rağmen hiç gitmemiştim daha önce Sedef Adası’na. Oradan yazıyorum size bu satırları. Ne oldu da bunlar aklıma geldi? Balkonda oturdum. Meraklı çocuklar gibi sorular soruyordum Serim’le Şebnem’e. İndiğimizde bizi bir kamyonetle aldılar. Şoförü Murat. Film kahramanı gibi. Kaç araç var adada? Diye sordum. Tekmiş. İşte bu o kamyonet. Ve aynı zamanda adanın ambulansı da o. Olasılıkla cenaze arabası da. Düğün falan olduğunda da belki de gelin arabası. En son bildiğim bu yazıyı da taşıdığı. Sonra, “Asayiş nasıl? Kaç polis var?” dedim. Bir taneymiş. Ve de 45 kiloymuş. Kendi yetiştirdiği bir çiçek varmış. Saksıdaymış. Tanımadım ama tanısam kesin severdim. Devlet neden onu seçmiş merak ettim. Sorardım. Polis olmak istemezdim ama olsaydım o olmak isterdim sanırım. Kilo sınırı varsa dişimi sıkar 45 kiloya inerdim.
(Bu anlattıklarımı bakınca, sorunca, elleyince, dokununca görebiliyor insan. Yoksa sıradan bir kamyonet sanıp sadece yolun bitmesini de bekleyebilirsiniz.)
Balkonda kalmıştık. Çok sessiz. Neredeyse hiç ses yok. Karşıdan İstanbul görünüyor. Leylekler geçiyor tepemizden. Sonra pek bilmediğim bir sese takıldım. Serim, “İşte bu var ses,” dedi. İnsan içindeyken çok duyduğu için hiç duymuyor: Şehrin sesi! Ayrı ayrı sesler olarak bildiğim korna, araba, insan, çocuk, adam, kadın, köpek, ambulans, kavga gürültü… Sayısız ses… Ama hepsi bir araya gelip uzaktan dinlendiğinde tek başına başka bir ses. Ayrıntılar birleşip bir bütün oluşturmuş. Sanki biraz inliyor, biraz ah ediyor, biraz da of diyor gibi. Ama biraz da bir makine sesi gibi. İstanbul’un sesi… Olasılıkla elli yıl önce böyle değildi bu ses ve elli sonra da böyle olmayacak. Bu sesin yavaş yavaş bir değişime, dönüşüme uğradığı ve uğrayacağı besbelli. Hepimizin değiştiği, hepimizin sesinin değiştiği gibi… Eklediklerimizle çıkardıklarımızla bizden kopanlarla. Ama daha hızlı birden bire attığımız çığlıklar, ağlamalar var bir de. Şehrin sesi nasıl oluyor acaba? Depremle sallanırken Sedef Adası’ndan nasıl duyuldu İstanbul’un cığlığı?
Böyle işte. Yakın da olsa bu hafta sonu bir yere gittim. Kendime de gittim. Siz de bu yazıyla bir yere, bir yerlerinize gidin. Hepimizi Murat’ın kamyoneti taşısın…
cem mumcu, 2010