Jump to content
2019 Temmuz ve 2023 Mart arası tüm içerik ve üyelikler silinmiştir. Lütfen yeniden kayıt yapınız ×

Tevfik

Üye
  • Toplam İleti

    12.655
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Kazandığı Gün

    139

Tevfik tarafından yazılan her şey

  1. Zamanı Durdur Eğer bir alıcı çıksaydı, bir şeytan mesela, ne karşılığında satardınız ruhunuzu, ne karşılığında cehennemlerde yanmaya razı olurdunuz? Bir volkan gibi, içi çağıldayan çılgın alevlerle dolu olduğu halde aynı zamanda bir selvi ağacı kadar da huzurlu olan bir aşkı, böyle bir mucizeyi, bir tek gün zerdali çiçeklerinin döküldüğü gizli bir bahçede, bir sevgiliyle yaşamak karşılığında satar mıydınız ruhunuzu? Parlak beyaz duvarları floresan lambalarının sert ışıklarıyla aydınlanmış bir laboratuvarda bir geceyarısı kan çanağına dönmüş gözlerinizle mikroskobunuza bakarken, kanserin çaresini keşfetmek karşılığında atar mıydınız ruhunuzu ateşlere? Bir sabaha karşı, askerlerin dipçiklerle kapıları kırıp evlere girerek insanları taradığı bir darbenin liderliğini yapan, insanları darağaçlarına, zindanlara sürükleyip korkutan, herkesin karşısında titreyerek selam durduğu bir general olma karşılığında vazgeçer miydiniz ruhunuzdan? Bütün dünyanın soluk soluğa seyrettiği bir film çekebilme yeteneğinin size bağışlanması, ruhunuza biçtiğiniz fiyatı karşılar mıydı? Yoksa ruhunuzu hiç bir bedel karşılığında satmaz mısınız, sakin bedeninizin içindeki sakin ruhunuzla, hiçbir değiş tokuşa razı gelmeden mi sürdürmek istersiniz ömrünüzü? Ruhunuzu, hiçbir bedel karşılığında satılmayacak kadar kıymetli mi buluyorsunuz? Yoksa ruhunuzu satmaya razısınız da, korkularınız mı buna engel oluyor? Goethe, kimine göre gelmiş geçmiş en zeki insan, Faust'u 'ruhunu satmak' üzerine yazmıştı. Doktor Faust şeytanla yaptığı pazarlıkta, 'şimdi zaman dursun' diyecek kadar mutlu olup, 'zaman dursun' dediğinde ruhunu şeytana satacaktı. Siz, nasıl bir anda 'zaman dursun' derdiniz? Sizi, geriye kalan ömrünüzü aynı anın içinde geçirmeye razı edecek kadar mutlu edebilecek olay nedir? Hayatınızın filmini hangi karede dondurmak isterdiniz? Hangi kareyi dondurmak için ruhunuzu satardınız? Geçmişinizde var mı böyle bir an? Yoksa böyle bir anın sizi gelecekte beklediğini mi hayal ediyorsunuz? Ruhunuzu satmak için şeytanla pazarlık eder miydiniz? Ya şeytan, o kötü melek, sizin ruhunuzu satın alınacak kadar değerli bulur muydu? Ülkenizi, darbeci generallerden korkmayacak kadar güçlü bir ülke yapmak için satar mısınız ruhunuzu, ya da insanların birbirini öldürmediği bir ülke yapmak için? Bir kadınla seviştiğiniz anı mı sonsuza kadar uzatmak istersiniz, yoksa sevgilinizin size yaslanıp 'seni seviyorum' dediği anı mı? Doktor Faust 'şimdi zaman dursun' diyecek kadar mutlu olmadı hiç, ama şeytan gene de onu oyuna getirip ruhunu aldı. Zamanın durmasını istememizi sağlayacak kadar mutlu olduğumuz anlar var mıdır? En mutlu olduğunuz an bile, 'gelecekte belki daha da mutlu olacağım bir an olur' ümidiyle zamanın akmasını ister miydiniz? Ruhunuzu, sonsuza dek sürecek mutlu bir an karşılığında satar mıydınız? Goethe mi, Faust mu yoksa şeytan mı olmak isterdiniz? Herkesin ruhunu satın alabilecek bir şeytan olma karşılığında satar mıydınız ruhunuzu? Mutluluklar karşılığında ruhumuzu almak için böyle kötü bir melek neden var acaba? Niye mutlulukla kötülük ya da mutlulukla şeytan arasında hep bir ilişiki var gibi? Neden iyilik melekleri bize huzuru, kötülük melekleri mutluluğu sunuyor? Neden huzur ve mutluluk, mutluluk ve iyilik bir araya pek gelmiyor? Neden dalgalı bir okyanustaki yalnız bir deniz feneri gibi, mutluluk, huzursuzluklarla kötülüklerin arasında çakıyor? Neden mutsuzluğa ulaşmak için muhakkak şeytanın pelerinine sürtünmek gerekiyor? Ve neden şeytan bir mutlu an karşılığında hemen ruhumuzu almak istiyor? Neden Tanrı, melekleriyle birlikte şeytanı da gönderdi bize? Şeytanın dokunmadığı bir mutluluk, günahın değmediği bir aşk var mı? Ne karşılığında satarsınız ruhunuzu? Kim olmak ve ne olmak için? Sezar'ın Kleopatra'yla yattığı ilk gece karşılığında mı, Lenin'in Moskova'ya girdiği an karşılığında mı, Arşimed'in 'Evraka' diye bağırdığı an karşılığında mı, Joyce'un 'Ulysses' romanının son satırını da düzeltip kalemini bıraktığı an karşılığında mı, Mark Spitz'in olimpiyatlarda yedinci altınını da boynuna taktığı an karşılığında mı? Yoksa Karındeşen Jack olmak karşılığında mı? Tarihe geçen o ünlü katil gibi hiç yakalanmadan yedi cinayet işleyip yedi insan öldürebilmek karşılığında satar mısınız ruhunuzu? Peki Einstain olmak karşılığında? Ruhunuza biçtiğiniz bedel ne? Mutluluk mu, şöhret mi, başarı mı, yaratabilme yeteneği mi, insanlara ayrdımcı olabilme gücü mü, yakalanmadan cinayet işleme şansı mı? Yoksa para mı istersiniz? Ruhunu milyarlar karşılığında satan, geçmişi günahla dolu o büyük zenginlerden biri olmak karşılığında vazgeçer misiniz ruhunuzdan? Güney Afrika'da Zencileri kırbaçlayarak öldürten bir elmas madeni sahibi, işçilerin üzerine benzin sıktırıp yaktıran bir dolar milyarderi olmak fiyatınızı karşılar mı? Paralarınızla çeşit çeşit hayatlar alırsınız. İnsan hayatları. Küçük oyuncaklar gibi oynarsınız onlarla, isterseniz kırıp atabilirsiniz, isterseniz bir biblo gibi odanızın bir köşesine koyabilirsiniz. Kadınlar için ayrı bedeller de var tabii. Bir kraliçe olmak mı ruhunuzu alabilir, yoksa erdemini hiç kaybetmeyen Roma'nın kutsal orospusu olmak mı? Her gece bir yaveriyle yatıp ertesi sabah yattığı adamı idam ettiren bir imporatoriçe olmak mı yoksa Nobel'i alan ve hayatı laboratuvarlarda geçen bir Madam Curie olmak mı? Yoksa sadece bir evliliğe mi satarsınız ruhunuzu? Güvence mi istersiniz, çılgınlık mı? Kadınlar, ah onlar erkeklerden akıllıdır, güvenceli bir çılgınlık isterler. Şeytanın bile veremeyeceğinin peşindedir onlar. Şeytan da, onun için, onların peşinde. İmkansızı isteyeni kandırmak ister o. Ve şeytan çok şanssızdır, imkansızı isteyeni kandırmak için elinde erkekler gibi beceriksiz aletler vardır. Zaten o yüzden, parayı, mücevheri, şöhreti pazarlığa ekler. Kadınlar kim olmak karşılığında satar ruhunu? Bütün bir ülkeyi ayaklandırıp sonra yağlı kütüklerin üzerinde yakılan Jeanne D'Arc mı, yüzünde hep büyülü bir ışıkla dolaşan Greta Garbo mu, Evita Peron mu? 'Zaman dursun' diyeceğiniz kadar mutlu bir an için satar mısınız ruhunuzu? Şeytanla ne karşılığında pazarlığa oturursunuz? Hiç yalan söylemeden yaşayabilmek mesela. Yoksa söylediğiniz her yalana insanların inanması mı? Korkularınızdan kurtulacağınızı söylese şeytan, verir misiniz ruhunuzu? Bir daha hiç bir şeyden, hiçbir şekilde korkmamak. Ailenizden, sevgililerinizden, dostlarınızdan, düşmanlarınızdan, polislerden, katillerden, hırsızlardan, size doğru yolu göstermek isteyenlerden, size yardım edenlerden, size kızanlardan ve sizi sevenlerden korkmadan yaşayabilmek için vazgeçer misiniz ruhunuzdan? Hiç endişesiz yaşayabilmek, nasıl bir fiyat? Bir ülkeyi ya da bir insanı kurtarmak için satar mısınız ruhunuzu? Goethe, Faust'u neden yazdı acaba? Şeytanla pazarlık fikrini ona kim verdi? Gördüğü insanlar mı? Acaba herkes sürekli şeytanla pazarlık mı ediyor, sürekli satılıyor mu ruhlar, satmayanlar fiyatı beğenmeyenler mi yalnızca, yoksa korkaklar mı ya da çok cesur olanlar mı? Ruhunuzu satar mısınız? Yoksa daha önceden sattınız mı? Nedir fiyatınız? Zerdali ağaçları mı, laboratuvarlar mı, emrinize amade ordular mı, lüks kerhaneler mi, saraylar mı, yazı masaları mı, yaldızlı yataklar mı, yakalanmayan cinayetler mi? Zamanın durmasını isteyeceğiniz kadar mutlu bir an oldu mu hayatınızda? Her mutlu anda şeytanla pazarlık mı var acaba? Tanrı, şeytanı niye yarattı? Goethe niye yazdı Faust'u? Siz ruhunuzu satmaktan mı, yoksa ucuza satmaktan mı pişmansınız? Yoksa hiç satmamaktan mı? Zamanı durdurmak ister misiniz? Yoksa zaman mı sizi durdursun istersiniz? Ahmet Altan
  2. Venüs'le Buluşma Birçok dönemeçte kaderimize 'buradan sap' diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz. Nedir bizi sessiz bırakan peki? Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen? Bazen düşünürüm de, kader bana tuhaf huylu bir arabacı gibi gözükür, sanki sizi hangi şehre götüreceğini seyahatin başından belirlemiştir de, şehre vardıktan sonra bazı dönemeçlerde dönüp adresi size sorar. Hangi semtte, hangi sokakta, hangi evde yaşayacağınızı kendiniz belirlersiniz. O dönemeçlerde kararınız ya da kararsızlığınız çizer yolunu. Kararsız kalırsanız eğer, arabacı o dönemeci geçip devam eder yoluna. Acaba hayatımızın kaç dönemecinde kendimiz karar veririz ne yana sapacağımıza ve acaba hayatımızın kaç dönemecinde kararsızlığımız yüzünden bir dönemeci kaçırırız. Ve, o dönemeçlerde kararımızı ya da kararsızlığımızı belirleyen nedir? Geleceğimizin rotasını kararlarımız mı yoksa kararsızlıklarımız mı çizer? Birçok dönemeçte kaderimize 'buradan sap' diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz. Nedir bizi sessiz bırakan peki? Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen? İsteklerimizden daha güçlü nasıl bir duygu var içimizde? Istvan Szabo'nun, neredeyse sanata düşman olan 'sanatçılarla' Paris'te Wagner'in bir operasını sahneye koymaya çalışan Macar bir orkestra şefiyle, onun aşık olduğu Amerikalı bir sopranoyu anlattığı harika bir filmi vardır, 'Venüs'le Buluşma.' Genç orkestra şefi bin türlü engelin, entrikanın, kaprisin arasında istediği gibi bir müzik çalabilmek için kıvranırken, dünyanın en güzel seslerinden birine sahip olan, zeki, güzel, şımarık ve gençliğini ardında bıraktığından kaygılı sopranoya aşık olur. Soprano da bu çocuksu, yetenekli ve çaresiz şefe tutulur. Macar şef evlidir. Güzel soprano ise, artık efsane olmuş çok ünlü bir başka Macar şefle bir zamanlar bir aşk yaşamıştır. Genç şef, sevdiği kadın, karısı ve hayran olduğu eski şefin korkutucu efsanesi arasında sıkışır, bir yandan da orkestradaki çeşitli sorunların üstesinden gelmeye uğraşır. Bütün bunlara rağmen birbirlerine aşklarından sözetmeyi ve birlikte olmayı başarırlar, harika sevişirler, kadınların seviştikten sonra 'bu bir mucize' dedikleri o olağanüstü sevişmelerden. Bir seferinde prova yapılırken gene orkestrayla şefin arasında sorun çıkar, şef provayı izleyen sopranonun yanına gelir, 'bunları azdıramıyorum' der 'ne yapacağım.' - Azdırırsın, der soprano, beni azdırdığına göre onları da azdırırsın. Bu bir tek cümle bile şefe ihtiyacı olan gücü vermeye yeter. Ama hayat her zaman bu kadar güzel değildir şef için. Sopranoya aşık olduğunu anlayan karısı onu evden kovar, soprano şefin evliliğini bozmak istemediğinden telefonlarına cevap vermez. Bütün bu karmaşaya rağmen yeniden biraraya gelirler. Soprano şefe, 'hiç kimseye böyle aşık olmadım' der. Şef de olağanüstü güzellikte sesi olan bu huysuz kadına aşıktır. Ve, o dönemeç gelir. Bir sevişmeden sonra yatağın üstünde çırılçıplak birbirlerine sarılmış vaziyette kucak kucağa otururlarken, soprano 'Paris'ten sonra ne yapacağımızı düşünüyorum' der gülümseyerek. Gelecekle ilgili bir söz bekler şeften. Şef sesini çıkarmadan bakar kadının yüzüne. Tek kelime etmez. Hayatının belki de en önemli dönemeçlerinden birinde, kadere 'buradan sap' diye bağırmak isterken sessizce durur. Soprano anlar. Şef, kadere 'buradan sap' diyememiştir. Operanın ve hayatının 'venüsüyle' buluşamayacaktır. Aşkına ve isteğine rağmen karar verecek cesareti gösterememiş, hayatını bir başka geleceğe döndürememiştir. Kimbilir, belki karısının çok üzüleceğini düşünmek, belki sopranonun kendisinden bıkacağından çekinmek, belki eski ve ünlü şefin hayali altında ezileceğini sanmak, belki de sopranonun kaprislerinin kendi geleceğini boğacağından korkmak. Nedeni ne olursa olsun şef kararını verememiştir. Henüz varolmayan 'gelecekle' ilgili korkular, varolan 'an'ı ve o andaki o olağanüstü isteği hayata geçirmeye engel olmuştur. Kararsız kalmış, kader yoluna devam etmiştir. Peki, gelecek nasıl olur da 'an'ı böylesine önemsiz ve güçsüz kılabilir? Neden insan elindeki 'an'ı yaşamak yerine, geleceğiyle ilgili hesaplara takılıp kararsız ve sessiz kalır bir dönemeçte. Gelecek belirsiz ve karanlık olduğu için mi, aydınlık ve belirgin olan 'an'ı böylesine yenilgiye uğratır. Bilinmeyenden duyduğumuz korku, bilinenin aydınlığı içinde duran istekten kuvvetli midir? Belirsiz olan belirli olandan güçlü müdür hep? O yüzden mi, en önemli dönemeçlerde bazen böyle kararsız ve sessiz kalır da, çok sapmak istediğimiz yollara özlemle bakarak dümdüz devam ederiz? Hayatımızın en önemli zaman parçası, henüz gelmemiş olan ve 'gelecek' denilen zaman parçası mıdır? Böyle zamanlarda kaderimizi belirleyen 'dün' ya da 'bugün' değil de 'yarın' mıdır? Yarın, bu korkunç gücünü bilinmez olmasına mı borçludur? Geleceğin belirsiz karanlığına saklanan korku, bugünün apaçık isteğini neden bir sessizliğe mahkum eder? Şef, o sessizlik anında bile, o güzel sopranoyu hayatı boyunca seveceğini ve özleyeceğini bilir, o kadın olmadan geçecek olan hayatının solgunlaşacağını keskin bir şekilde hisseder. Yaşadığı acıyı sessizliğiyle kabullenir. Gelecekten korktuğu için geleceği istediği gibi yaşayamaz. Karar veremediği için hayatının yolunu kararsızlığı çizer. Hayatlarımızı kararlarımız mı kararsızlıklarımız mı belirler? 'An'ın isteklerini 'geleceğin' endişelerine kurban edenler mi daha mutlu yaşar yoksa geleceğin acılarını kabul edecek kadar güçlü bir şekilde 'an'ın isteğine sarılanlar mı? Kaç dönemeçten 'Venüs'le buluşamadan' geçtik acaba? Ve acaba kaçımız gelecek korkusu yüzünden geleceğimizi kaybettik? Ahmet Altan
  3. Bilmemek Duygularınız sizindir, saklıdır, kimsenin müdahale edemeyeceği bir biçimde size aittir, oradaki her değişiklik yalnızca sizinle ilgili bir keder ya da sevinç yaratacaktır ama hayatınız başkalarının da içinde dolaştığı, başkalarının da kendine bir yer bulduğu, açıkça görülen, izlenen, müdahale edilebilen, oradaki her değişiklikle başkalarının da yaralanabildiği bir duraktır. Vitrinlerindeki mankenleri çırılçıplak soyulmuş, demir parmaklıkları indirilmiş ışıksız dükkanların iki yanına dizildiği, apartman kapılarının sıkısıkıya kapatılmış olduğu, köşebaşlarında çöplerin biriktiği Şişli'nin arka sokaklarından bir gece vakti, korkmayı bile unutarak, aşk acıları içinde ağlayarak geçtiğim o gece on yaşlarındaydım herhalde. Erken gelen bir özgürlük merakıyla tek başıma gittiğim, gazoz ve toz kokulu Tan Sineması'nda seyrettiğim filmdeki siyah gözlü kıza aşık olmuştum. Ama aşktan ağlamıyordum. Kızın adını öğrenemediğim için ağlıyordum, onun kim olduğunu anlayamamıştım. Adını bilmediğim için onu hayallerimin arasına alamıyordum. Hayallerime alamadığım için hayatıma da alamamıştım. Aşıktım ama aşık olduğum, kendisine ruhumda yer açtığım bir kadına hayatımda bir yer açmam, onu hayatımın bir yerine, hayallerimde de olsa, yerleştirmem mümkün olmuyordu. Şimdi büyüklere çok manasız geleceğini bildiğim ama bir çocuğu gerçek bir acıyla acıtan o ani aşkı yaşarken; duygu dünyandaki yeri bu kadar açık ve kesin olan birinin hayatındaki yerini bilememenin, ona hayatında bir yer bulamamanın nasıl yakıcı bir sızıya dönüşebileceğini galiba ilk o gece sezdim. O gece, o kıza hayatımda bir yer bulamamamın nedeni hayal eksikliğindendi, hayal kuramamıştım. Daha sonraları, duygularla hayat arasındaki çatışmaların, yalnızca hayal eksikliğinden kaynaklanmadığını; insanın varlığını oluşturan duygularıyla düşünceleri ve bu ikisini birden kapsayan hayatı arasındaki belirsizliklerin, bunların arasındaki, açılması bazen imkansız olan kapıların tahminimden çok daha fazla olacağını görecektim. Okuduğum kitaplardaki kahramanların çoğu da, duygularındaki belirsizliklerden değil, duygularıyla hayatları arasındaki belirsizlikten acı çekiyorlardı. Sevdiklerine duygularında ve hayallerinde bir yer bulsalar bile hayatlarında bir yer bulamıyorlardı. Sanki duygularımızda çok keskin ışıklarla aydınlanmış, parlak ve canlı duran biri, hayatımızda, sırf parlaklığından dolayı yer bulamıyordu, onu hayatımıza yerleştirmek için birçok ışığın yerini değiştirmemiz, bazı ışıkları söndürmemiz gerekeceğinden karar verirken duralıyorduk. Ve soruyorduk kendimize: - Onun duygularımdaki yerini biliyorum ama hayatımdaki yeri neresi? Bu cevaplandırılması tahmin edilenden daha zor bir soru. Çok sevdiğiniz, çok değer verdiğiniz bir insanı hayatınıza almak istediğinizde, onu hakettiği yere yerleştirebilmek için, onun kadar ya da ona yakın değerde bir başka şeyi hayatınızdan çıkarmak zorunda kalırsınız. Bir vakitler İngiltere kralı, halktan bir kadına aşık olup da kendine bu soruyu sormak zorunda kaldığında, 'onun yeri hayatımın merkezi' cevabını vererek, sevdiğini hayatına yerleştirebilmek için krallık tacını hayatından çıkartıp atmıştı. Ama o kralın yeğeni, aynı soruya amcası kadar güçlü ve açık bir cevap veremedi. Hayatından hiçbir şey çıkaramadığından, gerçekten aşık olduğu kadını hayatına alamadı. Amca kral, kadınını, yeğen prensin kadınını sevdiğinden daha çok seviyordu diye bir sonuç çıkarmak hemen mümkün mü tam bilemiyorum. Ya da prens taca amcasından daha düşkündü demek gerçeği açıklamaya yeter mi, ondan da emin değilim. Prens sevdiği kadın için tacı hayatından çıkarmaya karar verse, bu kararla birlikte sadece müstakbel tacını değil büyük bir ihtimalle annesinin mutluluğunu ve güvenini, babasının oğluyla ilgili beslediği hayalleri de hayatından çıkarmak zorunda kalacaktı. Belki buna gücü yetmedi, belki annesini mutsuz görmeye dayanamayıp kendi mutluluğundan vazgeçti, ki insanın kendi mutluluğundan bir başkası için vazgeçmesi de tacından vazgeçmek kadar, hatta bazen ondan da zor olabilir. Mutluluğundan mı yoksa tacından mı vazgeçen daha büyük bir fedakarlıkta bulundu, buna kim kolayca cevap verebilir. Tek bilebileceğimiz, 'duygularımdaki yerini bildiğim bu insanın hayatımdaki yeri neresi' sorusuna cevap vermenin sanıldığından daha güç olduğudur. En sıradan insanın bile öylesine karmaşık ve kalabalık bir hayatı vardır ki, o hayatın içinde yeni birisine yer açmak daima birilerini huzursuz edecek, birilerinin canını yakacaktır. Bir mutluluk büyük bir ihtimalle bir başkasının mutluluğu karşılığında satın alınacaktır hayattan. Bir başkasının mutluluğu pahasına elde edilecek bir mutluluk, bir sızı, bir pişmanlık, bir keder bırakmayacak mıdır sizde, mutluluğunuz, karar verdiğiniz anda başkasının kederiyle yaralanıp eksilmeyecek midir? Bir başka insana duygularınızda yer bulmak, ona hayatınızda bir yer bulmaktan daha kolaydır. Duygularınız sizindir, saklıdır, kimsenin müdahale edemeyeceği bir biçimde size aittir, oradaki her değişiklik yalnızca sizinle ilgili bir keder ya da sevinç yaratacaktır ama hayatınız başkalarının da içinde dolaştığı, başkalarının da kendine bir yer bulduğu, açıkça görülen, izlenen, müdahale edilebilen, oradaki her değişiklikle başkalarının da yaralanabildiği bir duraktır. Hayatınızdaki her kıpırtı birçok insanı da kıpırdatır. Kıpırdamadığınızda ise acı çeken siz olursunuz, bir de sizin duygularınızda yer alıp da, hayatınızda yer almayı bekleyen insan. Hayatınızdakileri kıpırdatmayıp onları acıdan kurtarırsanız, kendinizi ve sevdiğinizi acıtırsınız, kendinizi ve sevdiğinizi sevindirip hayatınızı yeniden düzenlediğinizde başka birilerini. 'Duygularımdaki yerini bildiğim insanın hayatımdaki yeri neresi' sorusunu sorduğunuzda, bunu sormak zorunda kaldığınızda, bir acının bir yerde kımıldanmaya başladığını hissedersiniz kaçınılmaz olarak. Ben on yaşındayken ismini bilmediğim bir kadına ansızın aşık olup da, onu, adını bilmediğim için hayallerime ve hayatıma alamadığımda ağlamıştım sokaklarda. Sonra, adını bildiğim, hayallerime aldığım ama hayatımdaki yeri neresi sorusuna bir cevap bulamadıklarım için ağladım. Duygularınızdaki yerini bilirsiniz bir insanın. Ama onun hayatınızdaki yerini bilmek... Bu zordur. Vereceğiniz cevap, bu cevap ne olursa olsun, ıssız ve karanlık bir sokakta ağlayan bir oğlanın çektiği acının nasıl bir şey olduğunu size gösterir. Ahmet Altan
  4. Tevfik

    Günün filmi

    Act of Valor (2012) Kaçırılan bir CIA ajanının peşindeki bir operasyonun sonunda keşfedilen dünyamız için büyük bir tehlikenin varlığı Navy SEAL'in iyi yetiştirilmiş, yetenekli takımını acilen yürekleri yerinden oynatan, tehlikelerle dolu ve sonucu tüm dünyanın can güvenliğini etkileyecek gizli bir operasyon yapmaya zorunlu kılar. Act of Valor baş döndüren dövüş sahneleri, en yeni savaş alanı teknolojisi ve heyecan verici aksiyonu ile macera tutkunları için geliyor... - Batterfield ve call of duty...oyunlarının bölüm başlangıç yada aralarındaki videoların (gerçek askerlerinde rol aldığı) sinematik hale getirilmiş hallerinin filme dönüşümü seyredilir..eğer o tip oyunları seviyorsanız.....
  5. Tevfik

    Acayip Hikayeler

    Yıllarca gırgır dergisinin birnevi alacakaranlık kuşağı öykülerinden çıkmış gibi akılalmaz yaratıklar ve beyinde oluşan garip öykülerin yaratıcısı Galip Tekini bilenler bilir...(okudugumuz zaman bu lavuk cekiyor malı sonra ciziyor derdik)...neyse starda öyküleri yayınlanmaya başladı ilk hikayesini izlemek isterseniz ve iligli siteyi incelemek isterseniz diye koyuyorum umarım keyif alırsınız... http://acayiphikayeler.com/ http://acayiphikayel...m/bolumler.html
  6. '12 Eylül darbesinden 'Acayip Hikayeler' çıktı' İlk bölümü bu gece Star'da yayınlanan 'Acayip Hikayeler'in yaratıcısı Galip Tekin, "Biraz da çaresizlikten oldu. 80 darbesi sonrası sıkı bir sansür geldi. Yapacak bir şeyimiz kalmadı. Ben de 'Acayip Hikayeler', fantastik hikayeler çizdim" diyor. Gırgır dergisinin esprilerle dolu, komik sayfalarının arasında fantastik, bilim-kurgu ve gerilim hikayeleri okumak okurlar için de çok farklı bir tecrübeydi. Oğuz Aral'ın "gereksiz taramalardan kaçının" sözlerine inat simsiyah bir sayfaydı. O çizgilerin altında Galip Tekin imzası vardı. Gırgır dergisinde başlayan hikayeler Hıbır, HBR Maymun ve Leman dergilerinde de yıllarca devam etti. Galip Tekin'in hikayeleri şimdi dergi sayfalarından çıkıp bir televizyon dizisine dönüştü. Cuma geceleri Star'da yayınlanacak "Acayip Hikayeler"de her hafta farklı bir hikaye, farklı oyuncularla ekranlarda olacak. Galip Tekin, "Acayip Hikayeler"in 12 Eylül darbesinin ardından gelen sansür günlerinde çaresizlikten başladığını söylüyor: Yapacak bir şeyimiz kalmadı. Ben de fantastik hikayeler çizdim. Gırgır’da başlayan ve Hıbır, Leman’da devam eden hikayeler televizyona uyarlandı. Nasıl başladı dizi projesi? 80'lerde bu hikayeleri çizdiğim zaman adı “Acayip Hikayeler”di. Yıllar sonra bu hikayeleri albüm haline getirdim o zaman adını “Tuhaf Hikayeler” yaptık. Dizinin adını da önce “Tuhaf Öyküler” yapacaktık ama sonra “Acayip Hikayeler”e dönüştü. Aslında yapmak istediğimiz, kanala teklif ettiğimiz başka bir projemiz vardı. “Profesyonel” adında uzun bir hikaye, eski bir çizgi romanımdı. Onun tarzı farklı olduğu için kanal haklı olarak cesaret edemedi. Bizim hikayelerimiz biraz aykırı. Dergide bile bazen aykırı durduğu oluyordu. Aslında bu kanala verildiği zaman benim hiç umudum yoktu. Kabul edilmez diye düşünüyordum. Önce bir ısındıralım dedik bu yola gittik. Olur mu olmaz mı? ters tepki alır mı? ona göre diğer projeye girelim derken “Acayip Hikayeler”e başladık. Nasıl bir format hazırlandı? Hepsi dergideki hikayelerden uyarlama. Dergide 1-2 sayfa süren hikayeler olduğu için daha fazla uzatamıyoruz. Sürelerini 30-35 dakika ile kısıtladık. Her bölümde yeni bir hikaye başlayıp bitiyor ve mekanlar, oyuncular değişiyor. Uzun hikayeler de var ama onlara giremiyoruz. Gırgır’dan beri yüzlerce hikaye çizdiniz. Dizi için hikayelerin seçimlerini nasıl yaptınız?Yaklaşık 400 hikaye var ve bunlardan 150 tanesi yapılabilir. Ama şu anda en az efekt olan, en az rahatsız edeci olan, fazla kan olmayan, uçan, kaçan uzaylı yaratık, uzay aracı göstermeden basit, kolay halledebileceğimiz hikayeleri seçtik. Kalan hikayeler çok masraf isteyen hikayelerdi. Çizerken her şeyi çizmişiz; bir yerden yaratık geliyor, uzaylı kaçıyor, oradan yanardağ patlıyor. Hani bir şey görünmezse daha korkutucu olur. Jaws meselesi gibi… Jaws görünene kadar çok gergin geçer de göründükten sonra birden “aman bu muymuş” dersiniz. Biz de göstermeden halletmeye çalışacağız. Senaryo aşamasında siz de yer aldınız mı? Ben tretmanları yazıyorum, iki bölümün de senaryosunu yazdım. Gırgır dergisinden Seyfi Şahin senaryoları yazıyor. Önünde çizilmiş hikayeler var. Bu yönetmen olsun, sanat yönetmeni olsun kostümcü olsun çok avantajlı bir durum. Seyfi’nin önünde tretmanlar oluyor bir de görsel olarak hikayenin kendisi olduğu için senaryoları yazıyor. Bir kere daha benim kontrolümden geçtikten sonra çekime başlanıyor. Oyuncuları nasıl belirlediniz? İşlerim çok yoğun olduğu için oyuncu seçimleri için devreye giremedim. Benim istediğim mümkün olduğu kadar çizgi romandaki tiplere uygun tiplerin seçilmesiydi. Adam çirkinse çirkin, kadın güzelse güzel; kısa boyluysa kısa, uzun boyluysa uzun… Ancak öyle tavsiyelerde bulunabildim çünkü harıl harıl çalışılıyor, iş yetiştirilmeye çalışılıyor. Bunun için toplantı yapalım da işte şunu şunu seçelim diye vaktimiz olmadı. Çizgi romandaki tiplere uyulması rica edilerek halletmeye çalışıyoruz. Çizgi romandan ayrı dizi için tasarladığınız şeyler olacak mı? Çizgi roman uyarlaması olduğu için araya parça parça çizgi roman karesi giriyoruz. Bir de hikayelerim çok karmaşık olduğu için dergide ben genellikle kendimi çizip anlatırdım. Onu Hayko Cepkin’e yükledik. O hikayelerde anlatıcı olacak. Televizyonlarda son zamanlardaki dizi furyası malum, onlarca dizi gösteriliyor. “Acayip Hikayeler” çok farklı bir formatta yayımlanacak. Nasıl tepkiler bekliyorsunuz? Benim de kanalın da çok fazla beklentisi yok. Kanal da zaten rating kaygısı olmadığını, gece 12’den sonra denemek istediğini söylüyor. Bu kanalın büyük bir cesaretidir. Kanala çok saygı duyuyorum. Büyük bir cesaretle “olur” dedi. Bazen dergide bile otokontrolümüz olmasına rağmen bizi bile tedirgin eden hikayeler çizdik. Televizyona koymaları büyük cesaret… Gırgır dergisinde başladı “Acayip Hikayeler”. Fantastik, gerilim, bilim kurgu hikayeleri daha önce çizilmemişti. Nasıl başladı? Benim başladığım dönemde zaten ufak ufak fantastik, bilim kurgu furyası başlıyordu. “Yıldız Savaşları”, “ET”, “Jaws” 80’lerde geldi. Eskiden filmler Amerika’da oynadıktan 5 yıl sonra Türkiye’ye gelirdi. Biz de onları seyretmeden dalga geçen şeyler yapıyorduk. Halkta bir merak başlamıştı. O dönemlerde yine “Alacakaranlık Kuşağı” başlamıştı, oradan da yatkınlık vardı. Ben de o dönem ufak ufak çizmeye başladım ama biraz da çaresizlikten oldu. O dönem 80 darbesi sonrası sıkı bir sansür geldi. Yapacak bir şeyimiz kalmadı. Politikacılar yasak çizemiyorsun, politik kapak yapamıyorsun. Dünyanın en renkli tipleridir rahmetli Erbakan, Ecevit, Türkeş sonra Demirel ama yasak… Okuyucuyu nasıl elimizde tutucağız derken herkes başka bir yola gitti. Behiç Pek, tuttu “Muhlis Bey”i yaptı. Saçma sapan Türkçe konuşan bir adam… Hasan Kaçan, “Cork”u yaptı. Küçük yuvarlak tipler, Heten Keten diye imza atardı. Adamların ne konuştuğunu şifre çözer gibi çözüyordun ama çözdüğün zaman da darbe marbe uçup gidiyor. Ben yapacak bir şey bulamadım dedim fantastik bir şeyler yapayım. Derdimizi fantastik olarak anlatalım. İşkence yapılıyorsa Türkiye’de geçmesin ama uzayda bir yerde geçsin. İşkenceyi konu alan çizgi roman olsun. Oğuz Abi çok açık görüşlü bir adam ama o bile İlk önce “Oğlum ne yapıyorsun Fransızlar gibi çizmenin alemi var mı” dedi. Uzun süre yayınlatamadım ama bir ara punduna getirip “Acayip Hikaye” diye bir hikaye koydum. O zaman editörlükte yapıyordum bazı şeyler benim kontrolümdeydi. Sonra patladı gitti, beğenildi, devamı istendi. Daha sonra birçok çizer fantastik, bilim kurgu çizmeye başladı. Gerek çizgi romanda, gerek karikatürlerde olsun. Gırgır’daki çizgi karakterler, öyküler komik olurdu ama sizin çizdikleriniz komik değil korku ve fantastik hikayeler… Oğuz Aral ne diyordu çizdiklerinize? Benim ilk bilim kurgu hikayelerim komik hikayelerdi. Çizgi olarak da karikatüre daha yakın çizgilerdi. Hikayeler daha komik anlatımlıydı, öyle kurtarıyorduk. Sonra ben desen çizmeye, çizgi sertleşmeye, hikayeler daha kanlı olmaya başladığı zaman Oğuz Abi bir yerde “hop ne yapıyorsun” dedi. Her şey bembeyazken bir tane siyah sayfa orada göze batıyordu. Sayfalar komik gidiyor derken bir sayfa açıyorsun kafalar uçuyor, beyinler dağılıyor; homoseksüeller var, hayat kadınları tuvaletlere çocuk düşürüyor, onlar büyüyor fare adam oluyor… O da benim avantajıma oldu aslında. Pırıl pırıl komik şeylerin arasından sivrilip çıkmasının sebebi o. Belki bütün dergi fantastik, acayip olsaydı bu kadar çıkmayacaktı ortaya. Oğuz Abi de okuyucu çok istemeye başlayınca kabullenmek zorunda kaldı. Çünkü çok fazla talep oldu, mektup geldi. Hatta ara verdiğimiz zaman bile “nerede bu adam? neden çizmiyor merak ediyoruz" deyince Oğuz Abi de bu işin rüzgarına uydu, o baba haliyle “tamam, ne çizersen çiz karışmıyorum” geçiştirdi. Oğuz Aral’ın meşhur lafı var “gereksiz taramalardan kaçının” diye ama sizin çizgilerinize baktığımız zaman çok fazla tarama var simsiyah bir sayfa. Oğuz Aral’ın sözünü dinlememişsiniz… Ben çok sözünü dinlemedim, çok da kavga ettik. O söz aslında çok güzel bir sözdür. Hepimize söylenmiş bir sözdür. Aşırı taramalardan kaçının… O şuraya da gelir. Öyle kapsamlı ki aşırı içmeyin , yemeyin, para harcamayı … Her şeyin aşırısına karşı kullanılmış bir sözdür. Temeli tabii çizgidir. Tarama atmak da öyle bir şey ki hastalık gibi. Başladığın zaman bırakamıyorsun. Benim taramalarımda çok gereksiz değildir. O yüzden fazla da müdahale edemedi çünkü ben gotik çizdiğim için karamsar. Onu vermek için mecburen tarama atmak zorunda kalıyorsun. Çok duygusal bir aşk hikayesi çizdiğin zaman da çizgi birden değişir, taramayı bırakırsın daha yalın çizgilerle çizmeye başlarsın. Farklı bir çizginiz var. Bu zamanla mı oluştu yoksa etkilendiğiniz bir akım var mı? Zamanla oluştu. Benim ilk çizdiğim çizgiler de Oğuz Aral kökenlidir. Yuvarlak gözler, patates burunlar, kepçe kulaklar… Ama sen çizgiyi değiştirmek için uğraşmazsın, çizgi zaten otomatik olarak evrim geçiriyor, değişikliğe uğruyor. Sen bir şeyler keşfediyorsun hatta inanır mısın bazen kalem kayıyor yanlış çiziyorsun güzel bir şey ortaya çıkıyor onu kullanıyorsun. Bir müddet sonra baktım hikayeler ciddileşmeye başladı, ağırlaştı hikayenin senaryosu oldu tutup onu komik bir çizgiyle çizemezsin yavaş yavaş çizgiyi değiştirip onu anlatabileceğin bir çizgi desen çizmeye başlıyorsun çünkü oarada bir kurt adam çiziyorsun komik çizsen hikayenin etkisi kalmayacak mecburen onu kılıyla kaşıyla dişleriyle tam desen olarak çizip okuyucuyu etkilemen gerekiyor. Okurlarınız da merak ediyordur sizi bu hikayelerin çizen Galip Tekin kim? Hikayelerdeki gibi farklı yaşayan bir dünyası mı var? Değil işte. Belki bir dönem tuhaf bir yaşantım oldu. Çünkü çok kişilikli bir yaşantıydı o. Bir taraftan Boğaziçi’nde öğretim görevlisiyim, bir taraftan gece alemindeyim çünkü bar işletiyorum. Ama hikayelerimdeki gibi abartılacak biri değilim. Ama bu doğaldır, bir şehir efsanesi uydurulur. Kötü niyetli değil. “Uyuşturucu kullanıyor da çiziyor” gibi şeyler söylendi. Okuyucunun da garip, çok abartılı bir hayal dünyası var. Bizden geri kalmaz. Öyle zannediyorlarmış. Ben uyuşturucu alıyorum da hayaller görüyorum öyle çiziyormuşum ki imkansız uyuşturucu alan birisi bırak çizmeyi imza bile atamaz. Tek kare çizemez ama madem öyle görmek istiyorlar, öyle mutlu oluyorlar ben de sesimi çıkartmadım. Öyle bilsinler diye. İlk mesleğiniz makinistlik. Oradan çizgi dünyasına geçmeniz nasıl oldu? Uzun yıllar makinistlik yaptım hatta çırak bile yetiştirdim. O zamanlar makineler kömürlüydü, makineler arasında kıvılcım atlardı. İki tane kömür vardı. Kaynak gibi inanılmaz bir ışık verirdi. Kömürün bir özelliği vardı parmak boyuna geldiği zaman kullanamıyordunuz, çıkarıyordunuz ve yenisini takıyordunuz. Kömürlerin üzeri bakır kaplıdır. Her film geldiğinde bir ton afiş gönderirlerdi onun arkasına falan çiziyordum kömür kalemlerle. Öyle ufak ufak çizmeye başladım sonra akademi sınavına girdim. Hiçbir kurs falan olmadan kazandım ama okuyamadım. Çünkü o sıra Gırgır’a başlamıştım. Bir de akademi masraflı bir okul, ben resim çiziyoruz sadece zannediyordum ama öyle değilmiş fırçalar, malzemeler inanılmaz masraflı karar vermek zorundaydım. Bir akademiye gidiyorum, bir dergiye gidiyorum. Bir gün Oğuz Abi çağırdı beni odasına “yavrucum sen bu okula gidiyorsun ama sana orada çizgi öğretiyorlar mı” dedi, “yok” dedim. “Peki çizdiriyorlar para veriyorlar mı” dedi, “yok” dedim. “Oğlum gel buraya ben sana hem çizgi çizmeyi öğreteyim hem de üzerine para veriyim” dedi. Çok mantıklı bir laf etti bana bıraktım ben akademiyi. Ve gerçekten çizgi çizmeyi ben Oğuz Abi’den öğrendim. Önce karikatür çizdim, sonra başkalarına hikayeler yazdım onlar çizdi. Sonra kendi hikayelerimi çizdim derken aldı başını gitti. Konuyla ilgili haber ve görüntüler...ilgili link.. http://www.ntvmsnbc.com/id/25339841/
  7. Hayata geldiğimiz andan itibaren,ilk yürüyüşümüz,ilk gülümseyişimiz,ilk anne yada baba deyişimiz,ilk parmağımızla birini işaret etmemiz ve tüm sahip olduğumuz aile bireylerinin değişik sevgi gösterileri ile şımartılıp sıkıldığımız noktalarda ağlayarak belli ettiğimiz dönemler hepimizin yaşamında olmuştur bir dönem. Sonrasında kıyası öğretir bize büyükler annenimi çok seviyorsun babanımı ne diyeceğini bilemezsin ikisi deyip sıyrılırsın ama hiç kimse anne yada baba bile bundan için için memnun olmaz niye ikimiz halbuki ben daha çokum onun yüreğinde, bu ayrımı neden yaparlar tüm hayatımız boyunca hiç bilemeyiz. Derken okul hayatı ile tanışırız, öğretmenlerde bazılarını sever. Bazıları sihirlidir sanki o sınıfta etrafları ışıktan bir hale ile oluşur. Biz ise sönük bir mum ışığı kendi etrafını bile aydınlatmayan. Kıyas acımasızca ordada sürer. Bakın Sibel arkadaşınıza nasıl hazırlanmış; Sınava, sözlüye,yazılıya hayata herşeye hazırdır o. Biz ise; biz hiç hazır olmadık gölgeyiz sadece diye içerleriz için için. Ve birgün bir yerde bir anda istediğimiz yada istemediğimiz bir şekilde bir göz değer ve o an bildiğin herşeyi unutur.. Yeni ezberler oluşur tüm benliğinde. Seni seviyorumlar oluşur heryanında. Seviliyorsundur. Kıyas veya ayrım gösterilmeksizin. Seviyorlar seni diye kendinle gurur duyarsın da. O soruyu hiç sormazsın kendine. iyi de sen kimi sevdin su gibi. içtiğin oldumu o sevgiyi. Peki ya diyemediklerimiz! Hala hatırladıkça yüreğimizi acıtan sıkışmış sözcükler. Parmak arasında kalan temas edemediğimiz sevgiler onlar hep kalır seninle, hiç diyemeden kimselere. Sanki söylesen boğulacakmısın gibi olur. Kimbilir? Birgün söyleyecek gücü bulursun kendinde... Herkes seni seviyorum der ! Ya sen kimi sevdin ?
  8. Tevfik

    Günün Şarkısı

    solist banamı benziyor ne ....
  9. günün şarkısı bölümünü açıp....Bundan sonra hergün bir şarkıyı buraya sizin için koyacağım.... dedikten sonra bigünde sözünü tut kardeşim ya...yada açma böle köşeler takip edemiyeceksen...
  10. Ogüncüm..yakoyla...şölesiniz..siz.. yıl 1980 ler...olum varya süpermen bruce leeyi döver... hade len esas bruce leeeee bi ucantekme atar..süpermene cakar....gibisiniz
  11. bence ne alayım lı soru soran üye ...diğer üyelerin canla başla yazdıkları önerdikleri arabadan başka bişi alırsa..müeyyide uygulayalım...derim
  12. Tevfik

    Günün filmi

    mission impossible:ghost protocol izlenebilir... sharloce holmes...games shadows izlenebilir... the grey..........................................izlenebilir.. the john carter...............................izlenebilir....günün filmleri bunlar........
  13. Tevfik

    Günün filmi

    biliyoz len dombili kızın iç çamaşırlarıyla kalıp soygun için tulum giydiği an...hemende yaşlı muamelesi...defol git len defol filmmilm yok sana...hadi 3 salak var onu seyret tam senlik o süper film...mühendisler için yapılmış...
  14. Tevfik

    Günün filmi

    ben hanımla seyrettiğim için analiz edemedim sanat eserini sonra bakıcam güzel filmdi ya...seyredilir...
  15. Tevfik

    Günün filmi

    30 dakika kesin 20 dakikada bitebilir demişik sallamıyoz hacı.....
  16. Aydın karşıyakada dün elentra kaynıyordu hayırdır....
  17. eyw....emeğine teşekkürler...
  18. bide zeynebimi koyda dinleyek babuş...oldu olacak ölmüşlerine rahmet....
  19. cüpperrrr....günün iletisi...
  20. bence yazılar yayımlanmadan önce incelenip yayımlanması daha doğru olmazmı..diyorum...ilk yayımlanan yazılarda mutlaka birtakım...yazı,kelime,anlatım bozuklukları olacaktır....
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgi

Bu siteyi kullanarak, forum Gizlilik Politikasını kabul etmiş olursunuz.