Jump to content
2019 Temmuz ve 2023 Mart arası tüm içerik ve üyelikler silinmiştir. Lütfen yeniden kayıt yapınız ×

Cem Boneval

Blogger
  • Toplam İleti

    16.803
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Kazandığı Gün

    714

Cem Boneval tarafından yazılan her şey

  1. Bu tamamen zevk meselesi... Tabii bir de müzik türü ve kaynağı önemli. Yani tek bir doğrusu yok. Ben doğal ve detaylı sesten hoşlanıyorum. Şu anda kullandığım ayarlar: Tiz +1, Mid 0, Bas -1 ve EQ Klasik. Bası çok açmak sesi boğabileceği gibi bazı araçlarda hoparlörlerin zırıldanmasına neden oluyor, tizi çok açmak da uzun vadede yorucu olur. Dengeli olması esastır.
  2. Kullanım tarzına, yol ve trafik şartlarına bağlı elbette. Motordan motora da farklılık gösterebilir, benimki birazcık fazla harcayanlardan. Bu motoru düşük tüketimi hedefleyerek almadım, düşük tüketim rekoru peşinde koşacak sabrım da yok. Ama Yakubun da yazdığı gibi 90 km/h ve altında kalınırsa (hız sınırlayıcı ile mesela) ve yumuşak kullanılırsa daha düşük değerler elde edilebilir... Yine de niyet az tüketmek ise bu doğru seçim değil.
  3. Ne biri ne öteki... Yani bu model bu haliyle üretime geçmez, ama kullanılan tasarım/tekonoloji elemanlarının bir çoğu önümüzdeki yıllarda değişik modellerde yerini bulur. Bir tek yukarıya açılan kapılardan kuşkuluyum.
  4. Öhö, haklı çıkmaktan nefret ediyorum...
  5. Çok heyecanlandım, nasıl da değiştirmişler tepeden tırnağa, yani yazmasanız tanıyamazdım modelini. Bu bir (d)evrim! Yaşasın Golf 7, yeni sahiplerine hayırlı işler...
  6. Good Year Turanza olmasın? Bende Continenatal Premium Contact 2 var, dördü de balans tutmadığından garantiden değişti. Yenilerde sorun yok. Michelin Primacy HP sanki daha uyumlu geldi kullanma deneyimi olarak...
  7. Tabii Ancak Almanya'da belirtilen işçilik hatalarına bakılırsa bize bu partilerden araba gelmediğini düşünmek yanlış olmaz. Diğer bir deyişle bu konuda Türkiye çöplüktür muamelesi yaptıklarını hiç düşünmüyorum, hatta bizim huysuzluklarımız had safhada olduğundan daha dikkatli davranıyor bile olabilirler. Tabii aynı şeyi donanım için söylemem mümkün değil.
  8. Fabrika her aracını yanı standartlarda üretmek zorundadır, kalite kontrol sisteminden geçemeyenler, yeniden elden geçer ve onay alır. Ülkeden ülkeye ancak donanım özellikleri değişebilir. Yoksa boyası az çıkan, kaputu eğik takılan, hoparlörü ses yapan Türkiye'ye, gerisi Almanya'ya diye bir politika yoktur, olamaz da. Alman forumlarını yıllardır takip ederim, Focus konsundaki yakınmaları emin ol bizden çok daha fazla... Yani yazdığın benim bugünkü bilgilerim çerçevesinde gerçeği yansıtmıyor.
  9. Öncelikle bir süredir forumdan uzak kaldığım için kaçırmış olabilirim. Egemen Beyi 1,0EB sahibi olarak aramıza katılmış bir forumdaşımız olarak algılıyor ve kendisine hoşgeldiniz ve güle güle kullanın diyorum. Derken de bu selamlamayı daha uzun süre sürdürebilmek istiyorum... Ancak son mesajındaki "savaş halindeki arabalara el sallama" tavrını görünce bunu kendine göre güçlükleri olabileceğini fark ettim. Yakup birkaç mesajda yazmış. Teknik veriler fabrika tarafından sağlanan performans değerleridir ve kılı kırk yaran testler sonucunda belirlenmekte ve genelikle de yakıt sarfiyatı haricinde günlük yaşamda da ulaşılabilir değerler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Hal böyle olunca hala sürdüğünüz arabaların performansından şüphe etmeniz ya da verilen değerlerin gerçek olduğunu ispat etmeni yersiz bir çaba gibi görünüyor. Hız göstergesindeki sapma son hızlarda ort. %7-10 arasında olacaktır. Yani 195 km/s son hızı olan bir aracın rüzgarsız bir ortamda ve 1000 m altındaki rakımda düz yolda belli bir sürede 215-220 km/s gösterge değeri vermesi şaşırtıcı olmaz. Bu 1.6 atmosferik, 1.0 EB ve 1.6 TDci (109/115) modelleri için geçerlidir. Bu değerin üstüne de çıkabilirsiniz, nasıl mı? Motorunuz daha iyi açılmış olabilir, üretim toleranslarında artı tarafta bir makine yakalamış olabilirsiniz, fark etmediğiniz bir aşağı eğim veya arkadan rüzgar size destek oluyordur vs. vs. Sonuçta bu sınamalarla aracınızın üretim standartlarına uygun olduğu sonucuna varmış olursunuz. O kadar... İş ben sana el sallarım muhabbetine dönerse, tekrarlamakta yarar var: 1. Karayolları gözü dönmüş yarışçıların birbirlerine tokatlama arenası değil, çok sayıda insanın güvenli bir şekilde kurallara uygun seyahat etmesi için hazırlanmış yollardır 2. Ben şunu bunu tokatladım diye böbürlenmenin yeri yoktur, bir gün yediğiniz tokat yiyebileceğiniz en son tokat olabilir ki bunu ne biz ne de bizi sevenler istemeyiz. 3. Yarışmak arzusunda olanlar güvenlik kuralları çerçevesinde düzenlenen mahalli/ulusal yarışları kullanmaları ve kendi hırslarına trafikteki diğer kişileri alet etmemeleri önemle rica olunur. BU satırları kimseyi doğrudan hedef alarak yazmıyorum. Ayrıca sütten çıkmış ak kaşık olduğumu da iddia etmiyorum, ama trafiğin anayasası yukarıdaki noktaları telkin eder, göz ardı etmeyelim istiyorum.
  10. Buradan şunu mu anlamalıyız: Alman otomobil fabrikaları üç kalite standartında araba üretirler, 1.dünya, 2.dünya ve 3.dünya ülkelerine... Ya da üretimde ciddi falsolar vardır, üretim sonu testlerinde falso oranına göre üç kaliteye sınıflarlar, gerisi bkz. yukarıya. Eğer böyle bir üretim politikaları olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz bence. Bu Türkün Türkten başka dostu yoktur uydurmacasının bir başka versiyonu gibi geldi birden bana...
  11. Paylaşım için teşekkürler. Bunu özellike arabanın orasını burasını söktürmem diyenler izlesin, çoluk çocuğun elinde nasıl laubali bir montaj olduğunu görsünler. Neyse ki bize gelenler Uzakdoğudan gelmiyor.
  12. 1. Patlamaya hazır bomba sayısında artış var demek.... 2. Bunu hükümette bir ilgili mutlaka okumuştur, LPG zammının eli kulağında demektir. 3. Bu kadar ciddi pazar payı varken otomobil üreticileri niye pastayı yan sanayiiye kaptırıyorlar acaba? 4. Ne kadar ucuz olursa olsun kokusnunu sevmiyorum, almam, sizin olsun.
  13. Oooo gene mi reklam... (mamafih güzelmiş arabalar)
  14. Aynen... Ve de insanoğlunun hayrete düşüren büyük başarılarının altında ölüme meydan okuma dürtüsü var. Sonuçta hepimiz ölümden korkuyoruz, ama bunu ifade etme şeklimiz farklı. Bu arada konuyla dolaylı alakalı dün başıma gelen bir olayı paylaşayım. Düğüne davetliyiz, geç vakit acil bir ameliyata girince haliyle geciktim, telaşlı ve sabırsız bir şekilde araba kullanarak olabildiğince çabuk ulaşma çabasındayım. Işıklarda durduk, tam "pole position" yakalıyorum derken soldan bir Caddy şavullayarak önüme girdi ve ilk sırayı kaptı. Giriş biçimi haddini bildirme isteği uyandırdı bende (doğal temiz insani duygular ), gözüm ışıkta bekliyorum, sarıyla beraber ikimiz de bastık, birkaç metre gittik gitmedik birden Caddy'nin arka kapağı açıldı ve yola "birşeyler" dökülmeyle başladı, kapağın hareketini algıladığımda içgüdüsel olarak frene basmıştım, dökülenleri görünce tam abandım: 6-8 yaşlarında iki çocuk! Sert bir duruşum, üzerine gelen farları gören ve olayın şokuyla kalkıp kaçmaya çalışan çığlık çığlığa iki çocuk, her korku filmine değer katmaya yetecek bir sahne gibiydi... Göz ucu ile çocuklarda sorun olmadığını görüp, Caddy sürücüsüne ikinci küfürümü sallayıp, Allah'a şükrederek ve uyarısının doğru ama yine de biraz sert olduğunu düşünerek yola devam ettim.
  15. Emir'e geçmiş, hepimize ders olsun... Yukarıdan bir ses: Bu biiiiiir...
  16. Biraz daha uzun süre kullansaydın, özellikle düşük devir yüksek torku ile çift kavramalı direksiyondan palet kumandalı bir otomatik şanzımanla ne kadar nefis bir kombinasyon olacağını, üzmeden, yormadan, adeta bir BMW tadında akıp gideceğini eminim sen de anlardın. Otomatik düşmanı olarak nitelendirilen ben bile böyle bir şanzımana bu motorda hayır demeyeceğimi buraya yazıyorum. 6 ileride sürekli vites değiştirmekten yorulduğumdan, pardon daha doğrusu sıkıldığımdan artık 1-2-4-6 kullanıyorum, şehir içinde bile. VAG'ın DSG performansını veren bir şanzımana kimsenin kolay hayır diyeceğini zannetmiyorum.
  17. Yakup sahi sıkılmıyor musun Ford'un basiretsizliklerini savunmaktan...!? Yurt dışı forumlarda şimdiye kadar onlarca masaj gözüme çarptı otomatik şanzıman eksikliği ile ilgili, eminim merak edip okusam yüzleri geçerdi. Bir sürü farklı firma bu segmentte daha düşük satış rakamlarına rağmen otomatik araç sunarken Ford'un sunmaması evet bence de "halt yemektir".
  18. Yusuf Osmanlı ne kadar muhteşem bir yükseliş yaşadı ise o derecede muhteşem bir çöküş yaşamış. Nedeni saltanatın yönetim biçimi olarak yetersizliği ve çağa ayak uyduramama olarak özetlenebilir. Kimin hain kimin vatansever olduğunu da pek kolay bilemeyeceğiz, çünkü tarihin ne kadar ve nasıl bilinmesi isteniyorsa o kadarını bilebiliyoruz. Ve lisede okutulan hamasi Emin Oktay romanlarının da gerçek tarihi yansıtmadığı, ya da en azından tümüyle ve nesnel bir bakış açısı ile sunmadığı konusunda da kuşkum yok. Ceddimizi kötülemek gibi bir niyetim yok, ancak hamasete de karnım tok. Tarihe küçük bir pencere yazısı daha: ------------------------------------------------ Başkomutanlık Meydan Muharebesinin 90’ncı yıl dönümünde, bu büyük olayın öncesinde cereyan eden siyasi olayları ele alıyor ve bazı gerçeklerin asla unutulmaması ve de unutturulmasına izin verilmemesi inancıyla sizlere sunuyoruz. 20 Ekim 1921’de Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması Londra’da tam anlamıyla bir şok etkisi yarattı ve Londra ile Paris arasında 10 Aralık 1921 tarihine kadar karşılıklı üç notanın verilmesine(1) sebebiyet verdi. Fransa’nın Türk yanlısı gibi görünen bir tutum alması üzerine, İngiltere, Yunanistan’a desteğini sonuna kadar sürdürmeye devam edeceğini belirtti. Askeri ve politik uzmanların yaptıkları durum muhakemesine göre, Anadolu’da artık Yunanlıların taarruz gücü kalmamıştı, ancak işgalleri altındaki 100.000 km²’den fazla sahayı savunma güç ve kapasitesine sahip olduklarına inanılıyordu. Türkler de Yunanlılara karşı saldırı yapabilecek güçte değildiler. Bu durumda bir çözüm bulununcaya kadar “mevcut durumun devamı” en iyi çözüm yolu olarak görülmekteydi. Bu nedenle hem Fransa’nın barış görüşmelerine başlanması çağrıları duymazlıktan gelinecek, hem de İstanbul’un Barışçı bütün yaklaşımları geri çevrilecektir.(2) Bu arada Sultan’ın İngiliz komiserine 25 Mart 1922 tarihinde yaptığı teklifteki şu ifadeler ibret vericidir: “İngiltere ile Türkiye arasında bir anlaşma akdedilecektir. Anlaşma gereğince Türkiye, bütün ulusların yararına tarafsız olarak Boğazların serbestîsinin korunmasını İngiltere’ye tevdi edecektir.(devredecektir) İngiltere bu amaçla kendi askerlerini ya da Türk Jandarmasını kullanabilecektir. Türk hükümeti Türk Jandarmasını İngiltere’nin emrine verecektir. Hatta Boğazların serbestîsini korumak için gerekli toprak şeridinin idaresi İngiltere’nin eline verilecektir. Sultan, böyle bir anlaşmanın Doğu Trakya ile Edirne’nin Türkiye’ye geri verilmesine karşı itirazı ortadan kaldıracağını düşünmektedir, zira bütün uluslar adına Boğazların koruyuculuğu İngiltere’ye verileceğinden gelecekte korkulacak bir şey olmayacaktır. Böyle bir anlaşma, İngiltere’nin Hilafete düşman olduğu ve Türkiye’yi yıkmak istediği yolunda Hindistan’da vesair yerlerde yaygın olan kanaati hemen ve ebediyen yıkacaktır. Anlaşma aksi fikrin parlak bir kanıtı olacak ve İngiltere’nin hilafetin hamisi (protector) ve şeriki (associate) olduğunu İslam dünyasına beyan edecektir.”(3) İşin en ilginç yönü de bu teklif; Sultan ve Sadarazam’ı tarafından kendisini İstanbul’dan atıp yerine Yeni Bizans Kralı ve Kraliçesi olarak yunan Kralı ve Kraliçesini getirmek için büyük çaba harcayan kişilere yapılmasıdır. Böylesine teslimiyetçi ve onur kırıcı bir teklifle Halife Sultan kurulacak bir barışın temelinde askerin başarısının varlığını görmek istemiyor, Büyük devletlerin tam desteğine sahip Yunan Ordusunun da yenilebileceğine esasen hiç inanmıyordu. Teklifin reddedildiğini söylememiz zannederim gereksizdir. Bu gibi inançsız faaliyetlerin en önemli etkisi Meclis’te kendini gösteriyordu. İngiltere’nin “Türk ordusu Saldıramaz”yorumu muhalif kanadı çok etkilemiş gibi idi. Meclis’te sık sık Türk Ordusunun güçsüzlüğünden, bir saldırı yapamayacağından, savaşsız bir sonuca gitmenin şart olduğu görüşünden bahsedilmeye başlanmıştı ve bu görüş gittikçe yaygınlaştırılıyordu. İngilizlerin ve İstanbul’un bu tartışmaların arkasında olmadığını iddia etmek mümkün değildi. Mustafa Kemal durumu şu sözlerle açıklamaktadır: “Baylar, Mecliste orduya karşı da bir akım yaratılmıştı. Diyorlardı ki “Sakarya savaşından sonra aylar geçtiği halde ordu niçin saldırıya geçmiyor? Ne olursa olsun saldırıya geçmelidir! Hiç olmazsa dar, belli bir cephede bir saldırı yapılmalıdır ki, ordumuzun saldırı gücü olup olmadığı anlaşılsın!” Bu akıma karşı koyduk.. Muhaliflerin sonradan ortaya çıkan kanısı, ordumuzun saldırı gücü kazanamayacağı noktasında toplandı. Bunun üzerine saldırı biçimini değiştirerek başka bir iddiayı ortaya attılar. “Bizim gerçek düşmanımız Yunanlılar ve Yunan Ordusu değildir. Aslına bakılırsa, Yunan ordusunu bütünüyle yensek de bununla iş bitmez. İtilaf Devletlerini, özellikle İngilizleri de yenmek gerekir. Onun için, Yunan ordusu karşısında az bir kuvvet bırakmak, asıl orduyu Irak kuzey sınırına yığıp İngilizlere saldırmak gerekir. Savaş yoluyla amacımıza erişmek istiyorsak yapılacak iş budur. Baylar, böylesine anlamsız ve mantıksız görüşlere değer vermedik. Bunun üzerine yeni bir propaganda çıkardılar.“Nereye gidiyoruz? Bizi kim nereye sürüklüyor? Karanlıklara koskoca bir ulus belirsiz, karanlık amaçlara akılsızca sürüklenir mi?” Bu propaganda, Meclisten, Ankara siyasi çevrelerinden ordu birliklerine dek yaygınlaştırıldı. Bu karıştırıcı propaganda her araçla orduya yayılmaya çalışılıyordu. Rauf Bey, sık sık ve gizlice “Hiç olmazsa gerçek durumuna bana söyle. Ordu ne durumdadır? Gerçekten saldırıya geçemeyecek mi?” diye soruyordu.”(4) Fevzi (Çakmak) Paşa’nın o dönemle ilgili anıları da şöyledir:“Düşmana kuvvetimizi göstermeden hakkımızı tanıtmamız imkânı yoktu. Yunanlılar İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un sözde Halifesi, Mısır Hıdivliğinin sefil salahiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir uşak namzedi idi. Bu vaziyette, onun tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddi bir kuvvet, ciddi bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik.” (5) Bu sözlerin sahibi Fevzi Paşa’nın şahsında, Türk subayının ruh haline dikkati çekmek istiyoruz. İngilizler, Yunanlılar, Sultan, Bolşevikler, Muhalefet her kesimin söz dinlemesini bekledikleri Mustafa Kemal ve arkadaşları, hepsine üstün gelmek ve ancak o şekilde söz anlatmak mecburiyetinde olduklarının bilincindeydiler. Olumsuz propaganda faaliyetleri şiddetini artırınca Mustafa Kemal Meclis kürsüsünden (günümüzde dahi etkinliğini sürdürebilecek) şu ibret verici konuşmayı yapmıştır. “Baylar bilirsiniz ki Mecliste bu dönemde en çok olumsuz ve karamsar görünenler, bir zamanlar Türk ulusunun kendi kendine bağımsızlığını elde edemeyeceği kanısını ortaya atmış kişilerdir. Şunun bunun güdümünü istemekte direnenlerdir… Baylar, maddesel ve özellikle ruhsal çöküş, korkuyla, güçsüzlükle başlar. Aciz ve korkak insanlar, herhangi bir yıkım karşısında ulusun da duraksamasına ve çekingen bir duruma gelmesine yol açarlar. Acizlik ve duraksamada öylesine ileri giderler ki;“Biz adam değiliz ve olamayız! Kendi kendimize adam olmamıza olanak yoktur. Biz varlığımızı sınırsız ve koşulsuz olarak bir yabancının eline bırakalım” derler. Şimdi Baylar, düşmana saldırmak için verilmiş olan kesin kararımızı uygulamaya başlamadan önce, tam üç aracın hazırlığının yeter ölçüde olduğunu görmek istiyorum: Bunlardan birincisi, en önemlisi ve temel olanı doğrudan doğruya ulusun varlığı ve bağımsızlığı için gönlünde, vicdanında beliren ve gelişen istek ve dileklerin sağlamlığıdır. İkinci araç, ulus adına iş gören Meclis’in, ulusal isteği belirmekte ve bunun gereklerini, inanarak uygulamakta göstereceği direnç, dayanışma ve yiğitliktir. Üçüncü araç, ulusun silahlı yavrularından meydan gelip düşman karşısında çıkarılmış bulunan ordumuzdur.”(6) Ordu beklenen (daha doğrusu beklenmeyen) taarruzuna işte bu baskılı ortam içinde başladı. Saldırı ve hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde yapılmış, Türk halkının tam bir disiplin içinde ve genellikle gece yaptığı intikallerle bütün istihbarat örgütleri atlatılmıştır. Türklerin saldıramayacağından emin olan Yunanlılar, kendilerinin çekilmeye mecbur edilmeleri halinde Batı Anadolu’da Yunan hâkimiyetini devam ettirmek amacıyla; İzmir-Balıkesir arasında bir İyonya Devleti kurarken (30 Temmuz 1922); Trakya’da ki tümenleri ile İstanbul üzerine yürüme hazırlığı yapıyordu. Yunanlılar bu hazırlık içinde iken İngiliz Başbakanı Llyod George 4 Ağustos 1922 günü Avam kamarasında yaptığı konuşmasında Yunanlılara şu sözlerle büyük destek veriyordu. “Yunan ordusu, mevziimizi boşaltamayız ve antlaşmada kendilerini koruyacak ne gibi hükümler bulunduğunu öğreninceye kadar halkımızı arkamızda terk edemeyiz dedi. Bu mantıksız değildi. Ne olursa olsun Anadolu’nun bu bölgesindeki azınlıkları etkili bir şekilde korumak gerekmektedir. Bu güvencelerle Ankara’nın sözünü kastetmiyorum. Bu söz Ermenistan içinde verilmişti. Neye yaradı? Tek Ermeni’nin ve Rum’un hayatını kurtarmadı. Himaye, bu bilinen bölgedeki hükümetin anayasası biçiminde ve etkisinde, yeterli bir himaye olmalıdır.”(7)İngiltere Başbakanı, ağzından çıkan bu sözlerle, kurulmakta olan İyonya Devletini tanımış oluyordu. Aynı günlerde Yunanlıların İstanbul’u işgal etme hazırlıkları üzerine İstanbul’daki Müttefik orduları Başkomutanı General Harington: “Yunanlıların İstanbul’u işgal etmeleri halinde Sultan’ın şahsının himaye edilip edilmeyeceğini” soruyordu.İstanbul’a yeni bir kral, daha doğru bir deyimle Yunan Kralı Konstantin, yeni bir imparator olarak gelmek üzere idi.(8) Mustafa Kemal çok süratli bir imha planı uygulamak zorundaydı. Böylelikle hem düşmanın bir başka savunma mevziinde direnmesine imkân vermeden imhasını sağlamak, hem Batı Anadolu’nun yakılıp-yıkılmasını önlemek ve hem de Yunanistan’ın batılı müttefiklerinin müdahalesine meydan vermeden sonuç almak mümkün olmalıydı. Bütün risklerine rağmen, hazırlanan plan aman vermeden uygulandı. Mustafa Kemal Başkomutanlık Karargâhı diye bir yerde sabit kalmadı, daima en ileri hatlara yakın bulundu ve gelişmelere süratle müdahale ederek sonuca ulaştı.(9) İngilizler durumu ancak 2 Eylülde anlayabildilerse de Mütareke teşebbüsüne 7 Eylül günü geçebildiler. İstanbul Hükümeti, Büyük Taarruzun nedenlerini kavrayamadığını ileri sürüyor, üzülüyordu. Padişahın bendeleri, Büyük Taarruzun Venedik Konferansını altüst edebileceğini düşünüyorlardı. Böyle bir konferans hazırlanırken, saldırıya kalkışmanın zamanı mıydı? Mustafa Kemalde hiç mi “takt” (yerinde davranma) yoktu.(10) DİPNOTLAR: (1) Bilal N. Şimşir: İngiliz Belgeleriyle Sakarya’dan İzmir’e, s.206–212(Ankara–1989) (2) Aynı eser, s.276–291 (3)Aynı Eser, s.280–290 (4) Söylev-II, s.465–466 (TTK Ankara–1989) (5) 30 Ağustos Hatıraları, s.22 (Sel yayınları, İstanbul–1955) (6) Söylev-II, s.467, 468; Atatürk’ün Gizli Oturumlarda Konuşmaları, s.241–244 (7)B. N. Şimşir, Sakarya’dan İzmir’e, s.310 (8)Aynı eser, s.310–311 (9)30 Ağustos Hatıraları, s.32, 33 (10) Sakarya’dan İzmir’e, s.341, 342 Dr. M. Galip Baysan İLK KURŞUN
  19. Ford'un küçük hacimli yüksek torklu makineleri otomatik şanzıman ile sunmuyor olması bir basiretsizliktir ve nedenini sadece Allah biliyor... Daha Ford camiası içinden veya dışından bunun nedenini anlatabilecek bir fani çıkmadı karşıma. Hedef pazarda böyle bir beklenti olmadığı savları ise eğer özellikle kendileri inanıyorlarsa trajik bir yanılgıdır. Hayret ve ibretle izliyor ve durumun değişeceği günü sabırla bekliyoruz. Özellikle EB motorla çok uyumlu ve keyifli olacağına hiç kuşkum yok.
  20. Kuru kuruya kutlamayla geçiştirmek yetmez. Anmak ve düşünmek lazım... Bakın Mustafa Mutlu neler yazmış: ------------------------------------------ Dünyada bir ilk! Bundan beş yıl önce, 30 Ağustos 2007‘de, “Değerini Bilenlerin Bayramı Kutlu Olsun!” başlığıyla aşağıdaki yazıyı yazmıştım: *** Birinci Dünya Savaşı sonunda imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması’yla yurdumuz tamamen elimizden alınmıştı. Topraklarımız işgalci devletler arasında pay edilmişti. Osmanlı Padişahı ve hükümeti... İstanbul basını... Devleti yöneten bürokratlar teslim olmuştu... Düşman ordusu, İstanbul Üniversitesi’nin kalbine karargâh kurmuştu da “akademik dünya” bunu ayakta alkışlayarak karşılamıştı! İstanbul sosyetesi ise teslim olmaktan da öteye gidip, Fransızların, İngilizlerin şerefine balo düzenleme, onlarla akraba olma gayretine düşmüştü: “Ayyy monşer, ne kadar yakışıklı ve cesursunuz... Müziğiniz ne kadar hoş, yemekleriniz ne kadar leziz... Hatta çişiniz bile ne kadar farklı! Size hayranız efendim!” İstanbul’daki bu soysuz tavra karşı ilk tepki, Atatürk’ten geldi... 19 Mayıs 1919’da o vapura bindi; sonrasını biliyorsunuz... Gazi Mustafa Kemal’in başkomutanlığını yaptığı ordumuz, 26 Ağustos 1922’de düşmana saldırdı, 30 Ağustos’ta son yumruğu vurdu! Peki; ülkenin düşmandan kurtarılmasına en çok kim üzüldü biliyor musunuz? Osmanlı Padişahı... Çünkü bu zafer, onun saltanatının bitmesi demekti! Bir de üç yıl öncesine kadar işgal kuvvetlerine övgüler düzen sözüm ona “devlet ve hükümet adamları” ile İstanbul sosyetesi... Hani çocuklarını savaştan kaçırmak için Paris’e gönderen paralı züppeler... İçleri kan ağladı Fransız sevgilileri gitmek zorunda kaldı diye; bu yüzden sadece, “Ay bağımsızlık ne hoş duygu, monşer!” diyebildiler yalancıktan! Anadolu’daki sevinç ise gerçekti... Çünkü canlarıyla, kanlarıyla savaşan insanlar için “hoş bir duygu” olmaktan çok farklıydı bu zafer... “Hayatta kalmak”, “Ezilmemek”, “Aşağılanmamak”, “Tebaa olmaktan vatandaş olmaya terfi etmek” demekti! İşte biz bugün, 30 Ağustos 1922’deki o büyük zaferi kutluyoruz... Bugün bazı devlet adamları “bayramımızı kutlayacak”lar... Ama iş olsun diye! Anlamını kavramadan... “Demokrat” kisvesine bürünmüş Osmanlı sosyetesinin beyzadeleri de “Ay, çok hoş duygu... Acaba hangi barda kutlasak” demeye devam edecek... Sözüm onlara: Haydi; işinize! Siz bu bayramın anlamını, önemini ne bilirsiniz ki? Bilseydiniz; 85 yıl öncesinin o karanlık günlerini, o teslimiyetçi zihniyeti, o kaderci yönetimi, o dini kalkan yapan anlayışı bugün de hortlatmaya çalışır mıydınız? Ve bugün benim gibi ortaya çıkıp da ciğerinizdeki havanın tamamını kullanarak hanginiz bağırabilirsiniz: Yaşasın İstanbul sultasına aldırmadan yokluktan, hiçlikten, sıfırdan kurulan Türkiye Cumhuriyeti... *** Aradan beş yıl geçmişti... Bu yılın başlarında, ‘Maraton’da Sona Doğru isimli kitabımı yazıyordum. Yukarıdaki yazıyı olduğu gibi aldım ve “2012’den bakınca” başlığı altında eklemelerde bulundum. O bölüm de aynen şöyle: *** Bu yazının yayınlanmasından yıllar sonra, 2011‘in kasım ayında ilk kez Kocatepe‘ye gittim. Bırakın savaşmayı, arabayla çıkarken zorlandım, yoruldum! Sadece Mustafa Kemal‘in askerlerini değil, Yunan Ordusu‘nu da takdir ettim; inanır mısınız? O dağlarda ne işiniz var be kardeşim? Bugün bile beş dakika durduğunuzda donduğunuz o ayaza, hem de on binlerce askerle aylarca nasıl dayandınız? Ne yediniz, ne içtiniz, nasıl gelip gittiniz? Hele hele sizi o dağlara gönderen İngilizlerin, Fransızların İstanbul‘da lüks apartmanlarda düzenlenen davetlerde mekik dokuduğunu duydukça hiç mi, “Ne işimiz var burada?” demediniz? Verilen mücadelenin ihtişamını, yapılan savaşın kutsallığını ve orada yazılan destanın büyüklüğünü anlamak için o coğrafyayı görmek lazım! Aksi takdirde çok şey yazar, söyler insan... Ama eğer sağlığınız yerindeyse; bu ülke, kurulan bu düzen umurunuzdaysa... Ne yapın edin gidin Şuhut‘a ve Kocatepe‘ye... İki roman yazdım ama benim kalemim yetmez o dağları, soğuğu ve insanı vatanı için ölmeye azmettiren o havayı anlatmaya! Gidin; o kayaları görün sadece, tırmanmadan... Tırmanamazsınız zaten; düşman kovalamıyorsunuz ki! Aradan geçen 89 yılın yok edemediği o müthiş kan kokusunun toprağa, dikene, çalıya dönüşüp de hâlâ genizlerinizi yaktığına tanık olun... Eğer o saatten sonra bile, hâlâ o tanrısal mücadeleye saygı duymazsanız... Zaten iflah sınırı aşmışsınız demektir! *** Bu eklemeyi yaptığım günün üzerinden en fazla altı ay geçti... Bugün yine 30 Ağustos; geçen yıl terör olayları nedeniyle yapılmayan Köşk‘teki tören, bu yıl da “Cumhurbaşkanı’nın kulağındaki iltihap” nedeniyle iptal edildi! Dünyada bir devlet adamının rahatsızlığı nedeniyle ulusal bayram kutlamasını iptal eden ilk ülke olarak tarihe geçtik! Olsun varsın; zaten bu bayram seçkinlerin değil, ulusun bayramı... Köşklerde yapılmasa da biz yaşamasını ve yaşatmasını biliriz! Hepinizin bayramı kutlu... O büyük mücadelede can veren kahramanların ruhları şad olsun! *** GÜNÜN SORUSU 26 Ağustos-30 Ağustos 1922 tarihleri arasında yapılan meydan savaşlarında verdiğimiz şehit sayısı 2 bin 318... Yani son otuz yılda terör yüzünden kaybettiğimiz asker ve sivillerin sadece yüzde altısı... Sorum size: Tamam; 1922’deki o müthiş savaşlarda zayiatımızın bu kadar az olması, Atatürk’ün askeri dehasını gösteriyor da... Otuz yıldır teröre verdiğimiz kurbanların sayısının bu kadar çok olması neyi gösteriyor?
  21. İki şey önemli: 1. Gaz tepkimesini arttırmak, ilk ve hızlı kaçışı sağlıyor. Emisyon ve ekonomi öncelikli ataleti ortadan kaldırınca beygir sayısı artmadan bile gücün kendini gösterme şekli değişiyor (bu basitçe pedal modülü ile de oluyor) 2. İlk iki vitesteki tork kesintisinden kurtulmak Superchipsi kullanıp çok olumlu görüş bildirenler oldu bu anlamda Alman forumlarında... Garanti süresi bitmeden ellemem, sonrası için garanti veremem
  22. Bak buna ben de katılıyorum. Pazartesi'den sonra Himpeks Cüneyt'i ara, elinde spoyler var, 150 TL. Şu anda tatilde taciz etmeyelim. Düzeltme: Ben yazarken cevap gelmiş, neyse varsın olsun, belki başka meraklısı vardır.
  23. Güle güle kullan, "sürmeli güzel" olmuş. İçine sinmiştir umarım... Türkiye'de tek!
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgi

Bu siteyi kullanarak, forum Gizlilik Politikasını kabul etmiş olursunuz.