Jump to content
2019 Temmuz ve 2023 Mart arası tüm içerik ve üyelikler silinmiştir. Lütfen yeniden kayıt yapınız ×
  • Hoş Geldiniz!

    Tüm özelliklerine erişmek için şimdi kaydolun. Kayıt yaptırdıktan sonra, konu açabilir, konuları yanıtlayabilir, kullanıcıların mesajlarını beğenebilir, özel mesaj yollayabilirsiniz.

    Kayıt olduktan sonra bu mesaj silinecektir.

hayatın süprizleri....


Tevfik

Önerilen Mesajlar

Ünlülerin ölümden önceki son sözleri...

Reha Muhtar - [email protected]

136.jpg

Dün haber 7 isimli internet sitesinde “ünlülerin ölmeden önceki son sözleri” başlıklı bir haber potburi gözüme çarptı...

Ölüm anında söylenenler sanırım “hayattan aldığımız dersleri” sembolize ettiğinden, biraz yaşadığımız bedensel hayatın rezümesi gibi oluyor...

Haber 7 sitesinde yer alan ünlülerin son sözleriyle ilgili çalışmayı bu yaz gününde sizlere aktarmayı doğru buldum...

İşte siteye göre ünlülerin ölümden önceki son sözleri:

***

“Allahume Er-Refik el-Ala (Allah’ım Yüce Dosta)”- Hz Muhammed

***

“Rabbimiz beni kendi hazretine davet ediyor... Artık gitme zamanıdır... Ya Azrail! Çabuk ol... Beni Rabbime çabuk kavuştur”- Hazreti Mevlana

***

“Sen de mi Brütüs?..” Julius Caesar (Roma İmparatoru MÖ 44)

***

“Vealeykümmeselam...” Mustafa Kemal Atatürk

***

“Allah memleketi korusun... Millete zeval vermesin... Haydi Allah’a ısmarladık” Fatin Rüştü Zorlu

***

“Demek böyle ölünürmüş...” Necip Fazıl Kısakürek

***

“Ben görevimi burada bitiriyorum...” Albert Einstein

***

“Tanrı ruhunu affetsin” diyen Papaza;

“Neden olmasın?.. Ne de olsa kendi malı...” Charlie Chaplin

***

“Vur korkak herif... Sonuçta sadece bir adam öldüreceksin...” Ernesto Che Guevara

***

“Ölüyorum tanrım...

Bu da oldu işte...

Her ölüm erken ölümdür...

Biliyorum tanrım...

Ama ayrıca aldığın şu hayat

Fena değildir

Üstü kalsın...”

Cemal Süreyya

***

“Biraz dinleyin...”

Namık Kemal...

***

“Haşa ben ölümden korkmuyorum... Çünkü ben Müslüman’ım...

Her Müslümana yakışan da ölümü tebessümle karşılamaktır...

Hakikaten ölüm ebediyete açılan ilk perdedir...” Muhammed İkbal

***

“Komedi bitti...” Ludvig van Beethoven

***

“Beni göğsümden vurun...” Benito Mussolini

***

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye... Yaşasın Marksizm Leninizm... Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği... Yaşasın işçiler köylüler... Kahrolsun emperyalizm!..” Deniz Gezmiş

***

“Beni bir antika olarak saklamaya çalışıyorsun... Ama işim bitti öleceğim...” George Bernard Shaw İngiliz yazar (1950 hemşireye hitaben söylenmiş sözler...)

***

“Bir merdiven... Çabuk bir merdiven getirin...” Nikolay

Gogol

***

“Hadi oradan... Son söz, yeterince doğru söz söylememiş aptallar içindir...” Karl Marx

***

“Çalışmalarım olması gereken kaliteye erişmediği için, Tanrıyı ve insanları gücendirdim...” Leonardo da Vinci

***

“Kimse bana inanmayacağı için gördüklerimin yarısını bile arlatmadım...” Marco Polo

***

“Ölümün tadı dilimin ucunda... Bu dünyada olmayan bir şey hissediyorum...” Wolfgang Amadeus

Mozart

***

“Merak etmeyin... Daha ölmedim...” Oğuz Atay...

***

Buna bir çare yok mu ya Rabbil alemin?..” Yahya Kemal Beyatlı...

***

“Ya duvar kağıdı gidiyor, ya da ben... Ölüm kaderde var... Yaşayıp köhnemek hazin...” Oscar Wilde...

***

“Bir imparator ayakta ölmeli...” Vespasien Roma İmparatoru

***

“Siyah bir ışık görüyorum...” Victor Hugo

***

“Herşey canımı sıkıyor...” Winston Churchill

*****

GÜNÜN ANLAMLI SÖZÜ

“BENİ ALDATMAYI DÜŞÜNÜYORSUN... BU POTANSİYELİ SENDE GÖRÜYORUM...”

Bugün size “yansıtma” dediğimiz, kendi içimizde varolan bir duyguyu başkası üzerinde yansıtarak gösterme eğilimini Deepak Chopra’nın verdiği örneklerle aktaracağım...

“Yansıtma çok etkilidir...” diyor Deepak Chopra; “Ben iyiyim... İyi olmayan sensin düşüncesine dayalı sahte bir kişilik yaratılır önce... Siz kendi kişiliğinizi sahte değil, olduğu gibi kabullenirseniz, o zaman başkalarını etiketleme ihtiyacı hissetmezsiniz...”

Tipik yansıtma şekilleri ve anlamları şöyledir:

Üstünlük;

“Senden daha iyi olduğumu biliyorum... Bunu görmeli ve kabullenmelisin...”

Gerçekte ise;

Sizin başarısız bir kişi olduğunuz veya başkaları sizin gerçekte kim olduğunuzu bilirse reddedebilir duygusunun kılık değiştirmiş halidir...

***

Adaletsizlik;

“Bu kötü şeylerin benim başıma gelmesi haksızlık” veya “Bunu hak etmiyorum...”

Gerçekte ise;

Adaletsiz davranışlarınız günahkarlık veya suçluluk duygularınızı gizlemekteler...

***

Kibir;

“Canını sıktığım için kendimle gurur duyuyorum...

Varlığın gerçekten beni rahatsız ediyor...”

Gerçekte ise;

Bastırılmış öfkeyi ve bunun altında yatan derin acıyı örter...

***

Savunma;

“Seni dinleyeceğim... Çünkü bana saldırıyorsun...”

Gerçekte ise;

Sizin zayıf ve değersiz olduğunuzu düşünmenizi gizlemeye hizmet eder...

Kendinizi başkalarından korumazsanız, kendinize saldırmaya başlarsınız...

***

Suçlama;

“Ben birşey yapmadım... Bunların hepsi senin suçun...”

Gerçekte ise;

Gerçek suçlunun kendiniz olduğunu ve bundan utanç duymanız gerektiğini söyleyen duygunun üstünün örtülmesidir...

***

Başkalarını model gösterme;

“Ben küçükken babam evde Tanrı gibiydi...” veya “Annem dünyanın en iyi annesiydi...” veya “Evleneceğim adam benim kahramanım olacak...”

Gerçekte ise;

Sizin zayıf, bakıma ve korunmaya muhtaç çaresiz bir çocuk olduğunuz duygusunu bastırmaktadır...

***

Önyargı;

“O da onlardan biri ve sen onların nasıl insanlar olduğunu biliyorsun” veya “Dikkatli ol, onlar tehlikeli türlerden...”

Gerçekte ise;

Sizin başkalarından daha alçak konumda olduğunuzu ve bu yüzden reddedilmeyi hak ettiğinizi düşündüğünüzü göstermektedir...

***

Kıskançlık;

“Beni aldatmayı düşünüyorsun... Bu potansiyeli sende görüyorum...”

Kıskançlık özgür kalma isteği ve iktidarsızlık duygusunun üstünü örtmektir...

***

Paranoya;

“Beni almaya geliyorlar...” veya “Ben hiç kimsenin göremeyeceği komploları görüyorum... Bir iş var bu işin içinde...”

Gerçekte ise;

Paranoya derinliklerimize işlemiş yenemediğimiz korkularımıza takılmış bir maskedir...

***

“Bahsedilen bu davranışlardan herhangi biri ortaya çıkarsa, orada gölgenin içine saklanan ve sizin yüzleşmediğiniz yukarıda bahsedilen bir bilinçaltı duygunuz vardır...”

(Deepak Chopra’nın Gölge Etkisi kitabından)

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Zamanımız narsisizm çağı

space.gif 18907_86_1.jpg “Hüzün bize hayatın kırılganlığını, dünyanın faniliğini, şeylerin gelip geçiciliğini öğreten görkemli bir misafirdir”...

ŞULE TÜRKER

“Hüzün bize hayatın kırılganlığını, dünyanın faniliğini, şeylerin gelip geçiciliğini öğreten görkemli bir misafirdir”...

Bu söz “Psikiyatri” denilince akla gelen isimlerden birisi olan Prof. Kemal Sayar’a ait... Sayar, hüznü “misafir” olarak kabul edip, yaşamak gerektiğini söylüyor.

Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Sayar, Timaş Yayınları’ndan çıkan “Hüzün Hastalığı” adlı kitabında da, hüznün “insan olmanın ayrılmaz bir parçası” olduğunun altını çiziyor...

Sayar, modern zamanlarla birlikte insanların “kolay incinir, kolay şikayet eder” hale geldiğini, çoğunlukla hayatındaki olumsuzlukları antidepresanla “def etme” yolunu seçtiğini belirtiyor.

Sıradan bir hal olan keyifsizliğin “minör depresyon” adıyla anılıp ilaç tedavisi önerilebildiğini söylüyorsunuz. Bu durumdan, depresyon şikayetiyle psikolog ya da psikiyatristlere gidenlere boş yere ilaç tedavisi veriliyor sonucunu mu çıkartmalıyız?

Bazen evet, çoğu zaman hayır. Bu durum klinisyenin hastasının içinde bulunduğu sosyal bağlamı ne ölçüde dikkate aldığına bağlı.

Sıradan moral bozukluğu ve keyifsizliğin veya günlük hayatın içinde karşılaşabileceğimiz hüzün hallerinin, klinik depresyondan ayırt edilmesi gerekir. Ancak modern psikiyatri içinde, doğal ve gayet insani durumları da hastalık haline dönüştüren bir bakış açısıyla karşılaşabiliyoruz. Politik şiddet mağduru veya işsiz bir insana depresyon tanısı koymadan önce kırk defa düşünmek gerekir. Kimsenin işsizliğe neşeli bir tepki vermesi beklenemez.

Çoğumuz hüznü hayatımıza sokmamaya çalışıyoruz. Siz ise hüznün yaşanması gerektiğini savunuyorsunuz, neden?

Hayatı daha duyarlı yaşamak için hüznü bilmek gerek. Hayatı hep uçarı bir neşe içinde yaşamak, bizi başkalarının acılarını hissetmek sorumluluğundan kurtarıyor. Zamanımız, narsisizm veya “gemisini kurtaran kaptan” çağı. Sadece kendi küçük menfaatlerimizi kovaladığımız bir hayat, bana sorarsanız beyhudedir. Hüzün bize, ötekinin acısını ve varoluşa gizlenmiş o büyük acı ve endişeyi yakından görme fırsatı verir. Hüzünle birlikte egomuza sınır çizmeyi öğreniriz. Tevazuyu, ötekinin haliyle hallenmeyi öğreniriz. Hüzün bize bu dünyada kendi benliklerimizi aşan, çok daha önemli meselelerin olduğunu fısıldar.

“Modern zamanlar tahammül duygusunu alıp götürdü. Toplumda neyin ne olduğuna uzmanlar karar veriyorlar ve onlar ızdırabın defedilmesi gereken bir şey olduğunu söylüyorlar” diyorsunuz. Bu meslektaşlarınıza bir eleştiri mi aynı zamanda?

Bu sözler, ABD kaynaklı kurulu psikiyatrik düzene eleştiri. Şükür ki kendi içinden eleştirisini de çıkarabilen bir tıp dalında çalışıyorum. Modern zamanlarla birlikte incinebilirlik çok öne çıktı. İnsanların bir yüzyıl önce kolaylıkla göğüs gerdikleri zorluklar, bugün kolaylıkla travma bahsinde ele alınıyor. Sadece yirmi yıl içinde bile Batı gazetelerinde “travma” sözcüğünün kullanımında sıçrama tarzında bir artış var. Kolay inciniyor, kolay şikayet ediyoruz.

Oysa aynı zorluk derecesine maruz kalan insanların bir bölümü hiç duygusal sıkıntı yaşamayabiliyorken, kimileri de kolaylıkla ruhsal sıkıntılara yakalanabiliyor. Psikiyatri bakışını biraz da insanın içindeki mukavemet unsurlarına çevirmeli. Bizi ne ayakta tutuyor? Zorluklara direnmemizi sağlayan şeyler nelerdir? İnsanın içindeki olumlu tarafı da mercek altına alabilmeliyiz. Zira bize başvuran insanların bir kısmı kendi kuvvet noktalarını hiç göremeyip, zaaflarını mutlaklaştıran insanlar.

Depresyon insanı kör kuyularda merdivensiz bırakır

Depresyon şikayetiyle gelen danışanlarınıza nasıl yol gösteriyorsunuz?

Bakın belirtileri değerlendirerek oradan bir tanıya ulaşmak ve var olan durumu bir tanı kategorisiyle etiketlemek, mesleğimizin en kolay tarafı. Zor olan, o belirtinin neden o gün orada olduğunu anlamak. Psikiyatrın öncelikli ödevi anlamaktır. Bize başvuran insanların anlam dünyasını, onları nesneleştirmeden, olabildiğince tarafsız ve duyarlı bir biçimde keşfetmektir.

Hüzünle depresyon arasındaki farkı nedir?

Depresyonda insanı hayata karşı tamamen körleştiren, felç eden bir taraf var. Depresyon insanı işlevsiz bırakıyor. Oysa hüznün içinde, kendine mahsus bir enerji var. Hüzünlü insan yeni duyuşlarla, yeni düşüncelerle temas edebilir, depresyon ise insanı hissiz, bomboş, “kör kuyularda merdivensiz” bırakır.

Ruhsal durumu karşılaştığı olaylar karşısında kötüleyenler ne yapmalı?

Elbette hiç düşünmeksizin yardım istemeli. Ama hayatımızdaki tüm olumsuzlukları bir hapla defetme kolaycılığından da kaçmalıyız. Depresyon tedavisi yerli yerince yapılırsa hayatlar kurtarır, ancak yersiz antidepresan kullanımıyla da insanlar hayata ve çevrelerine yabancılaşabilir, hissizleşebilir.

Psikiyatr veya psikologa gidenlerin sayısındaki artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hasta sayılarındaki artış, modern toplumun insanı yalnızlaştıran, yabancılaştıran ve toplumsal bağları çözen yapısıyla yakından ilgili. İnsanın etrafında onu kollayan eşi dostu varsa, ruhsal sıkıntı riski çok azalıyor. Modern çağda bireyciliğin öne çıkışıyla birlikte, toplumsal destek sistemleri geriliyor. Artık mahallenin sevgilisi olan meczuplarımız yok.

Televizyon insanların afyonu

Çoğunluk “yalancı normallik” mi yaşıyor?

Popüler TV kültürü insanları afyonluyor ve onları bir örnekleştiriyor. TV dizilerindeki karakterlerin sözleriyle konuşan yüzlerce insan görüyorum.

“Televizyonun bir hayal üretme cihazı olarak, yitirilmiş sahici hayallerin yerine sentetikleri koydu” diyorsunuz. Giderek daha çok TV bağımlısı oluyoruz. Bu durum ruh dünyamızı nasıl etkiliyor?

TV başında geçirilen saatler arttıkça depresyon olasılığı da artıyor. TV ve sanal ortamlar, insanların gerçek dünyadan kaçış fantezilerine hizmet ediyor. Ama gerçek hayat orada bekliyor ve sanal ile gerçek arasında bocalayan mutsuz insanlar ortaya çıkıyor.

Bu durumda TV izlememek mi gerekiyor?

Seçerek, dikkatli bir biçimde izlemeliyiz. Aileler TV başında geçirdikleri saatler yüzünden nerdeyse birbirleri ile konuşmayı unutur hale geldi. TV yerine eş dost toplantılarını, kitap okuma saatlerini, hayatla organik bir alışveriş içinde olduğumuz saatleri koyabilirsek, daha neşeli ve canlı insanlar oluruz.

Bölgeden dönenlerde travma sonrası stres bozukluğu var

Son dönemde artan terör olayları ve şehit haberleri toplumun ruh sağlığını nasıl etkiliyor?

İnsanlar bu haber ve görüntüler karşısında büyük bir gerginlik hissediyor ve bir şey yapamamanın çaresizliği ile öfkeleniyorlar. Daha endişeli, daha öfkeli bir toplum haline geliyoruz. Terör, hiçbir kural, ahlak ve mukaddesat tanımadığını kutsal Ramazan ayını kana bulayarak gösterdi. Sağduyulu insanın terörist zihniyet ile bölge insanı arasındaki ayrımı yapabilmesi gerekir.

Bölgede görev yapan askerler, çatışmalara girenler, yanlarındaki arkadaşlarını kaybedenler, sivil hayata döndüklerinde kolaylıkla adapte olabilirler mi?

Hayır olamıyorlar. Travma sonrası stres bozukluğu belirtilerini yoğun olarak yaşıyorlar. Kabuslar, donuklaşma, en ufak seste irkilme... Özellikle beklenmedik bir zamanda çatışma yaşamış insanlarda daha fazla. Çatışmaya katıldıktan sonra günlük hayata uyum sağlamakta zorlanan çok sayıda insanla karşılaştım.

‘Sosyal adaletsizliğe çözüm olarak koruyucu ruh sağlığı tedbirleri alınmalı’

“Bir psikiyatristin ofisi memleketin umum manzarasını aksettiren ayna gibidir” görüşünden hareketle, Türkiye’nin şu andaki durumunu nasıl tarif edersiniz?

Türkiye hoyratlaşıyor. Meşrep, dünya görüşü, sosyal sınıf ayırt etmeksizin insanlar bencilleşiyor ve sadece kendi klanının çıkarlarını savunan ben merkezci kişilikler türüyor. Çocuklarımızın ruhlarını içine soktuğumuz rekabete dayalı eğitim sisteminde eziyoruz. Sosyal adaletsizlik, toplumu içten içe zehirliyor. Aile yapısı aşınıyor, yara alıyor. O yüzden koruyucu ruh sağlığı tedbirleri alınmalı.

Nedir bu tedbirler?

Psikolojik destek hizmetleri yaygınlaştırılabilir. İnsanlar günümüzde işitilmek istiyor ve maalesef psikoterapi pahalı bir hizmet. Psikoterapinin daha geniş halk kesimlerine ücretsiz veya düşük ücretli ulaştırılması gerekir. Tuzla’da geçtiğimiz belediye döneminde böyle bir projenin liderliğini yürüttüm. Beş bine yakın terapi görüşmesi yapıldı ve insanlar bu hizmeti belediyenin himayesinde ücretsiz aldılar. Ama en başta topluma sinen şiddet, bencillik ve hoyratlığın tedavi edilmesi gerekir. Bunun için de insanı ve insana saygıyı esas alan, merhamet ve adalet eksenli, yeni bir toplumsal zihniyet oluşmalı.

Duygularımızı ifade edemediğimizi söylüyorsunuz, bunun nedeni nedir?Şark, biraz da duyguları dile dökmeden söylemenin yeridir. Duyguların açık ifadesi bizimki gibi toplumlarda ayıp kabul edilebiliyor.

Delilik bir tür protestodur bence

“Geleneksel toplumlarda deliler toplum içinde ayakta tutulurlardı, horlanmazlardı. Modern toplumlarda itilip kakılıyorlar” diyorsunuz...

Sokaktaki şizofreni hastasından mı korkmalıyız, yoksa dünyayı kan gölüne çeviren gözü dönmüş neo evangelistlerden mi? Dünya kollektif bir deliliğin akıl tutulmasında yaşarken, kendisinden başkasına zararı olmayan bir "delilik", bana bir tür protesto gibi görünüyor. "Sizin yalancı normalliğinize kanmıyorum" der gibi. Kapitalist ekonomi ve şehirleşmenin şizofreni hastalığının seyrini olumsuz yönde etkilediğini bugün iki büyük çalışmadan biliyoruz. Modern toplumda ruhsal rahatsızlığı dışlayan ve toplumun dışına iten tavırlar, bu rahatsızlıkların kronikleşmesine yol açıyor.

Tevfik Bardakçı tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Tarihin akışını değiştiren minik raslantılar

space.gif18175_86_1.jpg

Şule TÜRKER

Tuhaf ve harika olayların tarihe kayıt düşüldüğü geniş bir koleksiyona sahip olan Phil Mason’un yazdığı “Napolyon’un Basuru” adlı kitap, tarihte büyük etkiler yaratan “minik” olaylara yer veriyor. Ali Cevat Akkoyunlu’nun Türkçe’ye çevirdiği, Everest Yayınları’ndan çıkan kitapta bireylerin yaşamını ve dünyayı değiştiren ilginç olaylar anlatılıyor.

HEİL HİTLER DEĞİL, HEİL “SCHICKLGRUBER” OLACAKTI: Adolf Hitler’in babası, “Alois Schicklgruber”adıyla doğar. Alois, Kuzey Avusturya’nın geri kalmış bölgesi Waldviertel’deki Strones Köyü’nden Maria Schincklgruber adlı bekâr bir köylü kadının oğludur. Bir gün Johann Georg Heidler adlı birisi Maria’yla evlenir. Ancak Alois, “Schicklgruber” kendi soyadını kullanmayı sürdürür. Heidler, öldüğü zaman dahi hâlâ bu soyadını taşımaktadır. Alois ve üvey amcasının çıkarları söz konusu olmasa, bütün yaşamı boyunca “Schicklgruber” olarak kalacak, böylelikle Adolf Hitler “Adolf Schincklgruber” olarak dünyaya gelecekti. Ancak amca Heidler sadece 3 kızı olduğundan soyadının tükenmesinden korkar. Bu yüzden Alois’e bir mektup yazarak soyadını değiştirirse mirasından pay vereceğini vaadeder. Alois öneriyi kabul eder ve adı Alois Hitler olur.

SAVAŞ GÜNÜ BASURU TUTTU: Napolyon’un Waterloo’daki yenilgisinin nedeni, son anda ortaya çıkan, atına binip birliklerinin manevralarını denetlemesini engelleyen dayanılmaz basur sancısıdır ve bu yüzden ordularını istediği biçimde yönetemediği tek örnek Waterloo Savaşı’dır. Basur, Napolyon’u seferin başlangıcında da rahatsız eder. İki gün önce hekimler sancısını azaltacak sülükleri kaybeder, yanlışlıkla verdikleri afyon tentürü de etkisini savaş sabahı bile sürdürür. Yapılan bazı araştırmalar, Napolyon’un ilk saldırıyı başlatmakta gecikmesini rahatsızlığına bağlar. Başlangıçta sabah 6’da planlanan saldırı önce 9’a ertelenir, ancak öğlene kadar bir türlü başlayamaz.

PARTİYE KABUL EDİLSE ABD BAŞKANI OLAMAYACAKTI: Evil Empire filminin katili Ronald Reagan’ın Amerikan Komünist Partisi’ne başvurusu sonuç vermez. Komünistlerce “fazla sığ” bulunduğu için geri çevrilir. Komünistler Reagan hakkında biraz daha olumlu düşünmüş olsaydı, yarım yüzyıl sonra bir numaralı düşmanları olarak ortaya çıkması akla bile gelmezdi.

BEYZBOLCU OLACAKTI, LİDER OLDU: Küba Devrimi’nin lideri Fidel Castro, 1947 yılında, 21 yaşındayken Washington Senators ile çıktığı deneme karşılaşmalarında beğenilseydi, profesyonel beyzbolcu olmasını kimse engelleyemezdi. Üstelik Amerika da on yıllar süren bir “baş ağrısı” yaşanmamış olurdu. Bir diğer rakibi de yine uçak kazasında ölünce, Franco liderlik yarışında yalnız kalacaktır.

İkinci kaptan anahtarı unutunca kaza oldu

Titanic, Nisan 1912’de Southampton’dan yola çıkmadan önce, İkinci Kaptan David Blair son dakikada gemideki görevliler listesinden çıkarılır. Blair, gözcü için olmazsa olmaz dürbünlerin bulunduğu dolap anahtarını yeni görevliye teslim etmeyi unutur. 1512 kişinin hayatına mal olan felaketten sonra hayatta kalan gözcülerden Fred Fleet, yolculuk sırasında ellerinde dürbün olmadığını doğrular ve dürbünler olsaydı buzdağını çok daha önceden fark edeceklerini belirtir. Kazadan kurtulan Blair’in yanında kalan anahtar torunları tarafından 2007 yılında 90 bin Sterlin’e satılır.

GERÇEK JAMES BOND KİMDİ?: Edebiyat dünyasının en ünlü casusu James Bond, adını Ian Fleming’in tutkulu bir kuş gözlemcisi olmasına borçludur. Gerçek James Bond, Karayip Adaları’nın kuş cinsleri üzerinde uzmanlaşan genç bir üniversite araştırmacısıdır ve 1936 tarihli “Karayipler’in Kuşları” adlı çalışması bölgedeki kuş yaşamını sınıflandıran ilk eseridir. Kitap, yılın önemli bir bölümünü Jamaika’da geçiren Ian Fleming’in başucu kitabı olur. Fleming, 1952’de ilk Bond macerası olan “Casino Royale” kitabını yazmaya başladığında kahramanına isim ararken, gözü Bond’un çalışmasına takılır. “Beynimde bir şimşek çaktı. Bu kısa, romantiklikten uzak ve erkeksi isim tam aradığım gibiydi” der.

Yararlı bir iletişim aracı Eyfel!

Eyfel Kulesi, Fransız Devrimi’nin 100. yıldönümü nedeniyle 1889 Evrensel Sergi kapsamında kurulur. Kent yetkilileri kulenin yapımcılarına araziyi 20 yıllığına tahsis eder, bu süreden sonra kulenin sökülmesi kararlaştırılır. 1909 yılı geldiğinde Fransız telgraf yetkilileri, kent yöneticilerini kulenin yararlı bir iletişim aracı olduğuna inandırınca Eyfel Kulesi yıkılmaktan kurtulur.

YEDİĞİ DAYAK MEŞHUR ETTİ: Mel Gibson’ın ilk önemli rolünü Mad Max filminde almasının nedeni, deneme çekiminden bir gece önce esaslı bir dayak yemesidir. Sarhoş kavgasının ürünü görüntüsü yönetmen George Miller’ın aradığı gibidir. Miller, Gibson’dan iki hafta sonra çekimlere gelmesini ister.

Tevfik Bardakçı tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın

Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor

Hesap oluştur

Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.

Hesap Oluştur

Giriş yap

Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.

Giriş Yap
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgi

Bu siteyi kullanarak, forum Gizlilik Politikasını kabul etmiş olursunuz.