Jump to content
2019 Temmuz ve 2023 Mart arası tüm içerik ve üyelikler silinmiştir. Lütfen yeniden kayıt yapınız ×
  • Hoş Geldiniz!

    Tüm özelliklerine erişmek için şimdi kaydolun. Kayıt yaptırdıktan sonra, konu açabilir, konuları yanıtlayabilir, kullanıcıların mesajlarını beğenebilir, özel mesaj yollayabilirsiniz.

    Kayıt olduktan sonra bu mesaj silinecektir.

hayatın süprizleri....


Tevfik

Önerilen Mesajlar

İyi ve Kötü

Leonardo da Vinci 'Son Akşam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı... İyi'yi İsa'nın bedeninde, Kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.

Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı...

Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.

Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.

Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı.

Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu...

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.

Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi: 'Ben bu resmi daha önce gördüm...'

'Ne zaman?' diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.

'üç yıl önce' dedi adam..

'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...'

İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır...

Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

Paulo Coelho ('Şeytan ve Genç Kadın'dan)

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hayat ve Ben

Otuzbeşime bastım geçen hafta...

İlk yarı bitti : Hayat:1 - Ben:0...!!!...

Ama belliydi böyle olacağı

Nicedir başlamıştı belirtiler:

Yolda çocuklar "Amca şu topu atıversene" diye seslendiklerinde kuşkulanmıştım ilkin...

Sonra saçlarımdaki beyaz teller tescilledi yarı yolun ufukta göründüğünü,

Baktım; lise fotoğraflarım sararmış, sınıf arkadaşlarım yaşlanmış.

Eş dost sohbetlerinde sağlık ve çocuk konuşulur olmuş, seyahat ve aşk yerine...

Gök gibi gürlemeye alışkın müzik setimin ses düğmesini kısar olmuşum, içimdeki uçurtmanın ipini çekercesine...

Bizim zamanımızda diye başlayan nutuklar atmaya başlamışım mezuniyet törenlerinde,

-Hayret daha dün değil miydi benimkisi?-

Yıllar yılı dudak büktüğüm "ölümden sonra hayat" masallarına kulak kabartmaya başlamışım gizliden gizliye...

İple çektiğim Haziranlara sırt çevirmişim.

Yaşamın orta sahasına girmişim, irkilmişim...

Ruhumun ikizleri yine çekiştiriyorlar kollarımdan;

Biri, "daha ne gördün ki" diyor yüzünde papatyalarla, asıl şimdi başlıyor hayat!... Bundan sonrası rahat!"

Lakin "Buydu görüp göreceğin" diye efkarlanıyor öteki... ikinci yarı geçer hızla, yaşlanırsın zamanla...

Yaşı genç olanlar 35'e uzak durduklarını sanarak "Sahi oldu mu o kadar? Hiç göstermiyorsun" tesellisindeler.

35'le çoktan tanış olanlarsa "Hayata hoşgeldin" pankartlarıyla karşılamadalar...

İlk yarı sadece bir ısınmaymış meğer: asıl ikinci yarıda anlaşılırmış tadı, hayatın... kavganın... aşkın...

Bense şaşkın... devre arası bilançolarındayım.

Son dönemde kimbilir kaç kez eski anıları yaralı ele geçirdim, belleğimin derinliklerinde?...

Kimbilir kaç kez kendime yakalandım, kendimden kaçarken?...

Ve sustum vicdan sorgularında...

Aksi sedamla bile dertleşmedim. Meğer ne yaman serüvenmiş hayat? Bazen yediveren gülleri gibi bereketli...

Sanki hayat değil, Körfez Krizi mübarek: Bir koyup, beş alıyorsun...

Yaşıyor, seviyor ve seviliyorsun... Bazense kıtlıktan kırılıyor ortalık, şaşıp kalıyorsun...

Oysa -herkes bilmezden gelse de- skoru belli oyunun:

30'larda dedeni ve nineni kaybediyorsun, 40'larda anneni ve babanı... Ve 70'lerde kendini...

Şimdi devre arası, yolun yarısı...

Bugüne dek ancak tanıştık hayatla... Ben ona kendimi tanıttım, O bana kendini...

Göğsüme madalya gibi dizdim hatalarımı...

Zaferlerim onlar benim, olgunluğumun yapıtaşları...

Ve derin bir yara gibi sakladım başarılarımı...

Asansör çıkarken yukarı, dönüp bakmadım bile aşağı...

Dönmesin diye başım...

Ben istikballe arkadaşım...

Ne var ki herşey yarım...

Hayat da yarım, sevdalar da...

Daha diyeti ödenmedi sevinçlerin...

İhanetlerin hesabı sorulmadı...

Nazım'ın dedidği gibi "Kopardım portakalı dalından ama, kabuğu soyulmadı, sevdalara doyulmadı..."

"Doydum diyen görmedim ki ben zaten..."

Lakin gel de zamana anlat bunu...

Sahi nedir bu telaş, bu kin? Sanki ölüye can yetiştireceksin...

Baktım ikinci yarı kapıda... ve hayatın ceza sahası yakın...

Doldurdum bir kara kutuya 35 yılın hesabını.

Acılar, sancılar bir çekmecede sevdalar diğerinde...

Bir yerde hüzünler ve korkular, bir üstte sevinçler ve zaferler...

Kat kat, dizi dizi dizdim kullanılmıştakvimlerimi,

Sabırla kapattım kutuyu, sevgiyle mühürledim ağzını...

İlk yarı bilançom o benim: Yangında ilk kurtarılacak... Kazada ilk açılacak...

Yarımlar tam olduğunda kara kutuyu açıp bakanlar teşhis koyacaklar halime...

"çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş zavallı" diyecekler

Ya da,

"Sebepsiz alçalmış... Bile bile vurmuş kendini dağlara!..."

Fakat kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek hikayenin...

Kalanı benimle gelecek...

Dağların yamaçlarına savuracağım en mahrem hatalarımı...

Reyhanlar saklayacak sırlarımı...

Skoru birtek Ege'nin suları bilecek...

Denize kavuşabilirse eğer içimdeki nehir...

HAYAT : 0 - BEN: 1

Can DüNDAR

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

3yvuu.jpg

Bir yerlerde tıkanıp kaldıysa hayat, soluk almak güçleştiğinde,

Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını,

Dağlara dönmeli yüzünü insan.

Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak;

Yeni insanlarla tanışmalı,

Küçük şeylerle başlamalı belki;

örneğin, bir kaç durak önce inip servisten, otobüsten;

yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini;

Gördüğünü hissedebilmeli!... Yeni kesifler yapacak....

Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa,

Gerçekleştirmeyi denemeli!

Her geçen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını;

Zamanın bir nehir, kendisinin bir sal olup da,

O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı.

Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler,

Her aksam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa,

Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri;

Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce,

Değerli olabilmeli hayat!...

İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için!..

Başkasının yerine koyabilmeli kendini;

Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli!...

Ağlayana omuz, inleyene çâre olabilmeli! ...

Şu adâletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı;

Sevgisiz, soysuz kalarak! ..

Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden,

Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine...

Güneşin doğusunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını...

Karda yağmurda sevincine, coşkusuna;

Fırtınada boranda öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın!

Bir çocuğun ilk adımlarında umudu;

Bir gencin düşlerinde geleceği;

Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli!

Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi,

Mutlu etmeden mutlu olmayı beklememeli!

Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı;

Bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı!

Çünkü; hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için,

Hiç çâresiz kalmamışsan,dermanı olamazsın dertlerin;

Ağlamayı bilmiyorsan, neşesizdir kahkahaların;

Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların.

Ne, herkesi düşünmekten kendini,

Ne kendini düşünmekten herkesi unutmamalı!

Bilmeli çok kısa olduğunu hayatın;

Hep vermek ya da hep almak için...

Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil,

Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli!!

Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...

Hafızası olmalı insanın; hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için!

Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak!

Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!

Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi;

Ama, kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin;

Zaman bulabilsin; Bir teşekkür, bir elveda için...

Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer;

Asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten;

Ama, herkesi sevemeyeceğini de ...

Her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!.

Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...

Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı..!

CAN DÜNDAR

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Aşk Ve Ayakkabı

Asklar da ayakkabilar gibidir…

Bazilari çamur yagmur, toz toprak kar buz gibi her türlü “kötü hava” kosullarina dayaniklidir.Bazilari ise ummadiginiz kadar kisa zamanda çabucak “yamulur” ilk yagmurlu havada “alti açilir” veya güzel havalarda bile “iki günde bozulup” gider.

Asklari da ayakkabilar kadar “itinayla” seçmezseniz, tipki ayaginizda oldugu gibi yüreginizde NASIR olusabilir.

Dar gelen bir ayakkabiyi sadece tarzini begendiginiz için “zamanla açilir” diyen saticiya inanarak alirsaniz, zaman içinde ayak kemiklerinizde “deformasyon” baslar.

Ruhunuzu daraltan bir ask içinde yalnizca fiziksel begeniye kapilip “zamanla düzelir” diyenlere kanarsaniz, yine zamanla içinizdeki olumlu duygularin “çarpildigini” görebilirsiniz.

Asik olabileceginiz insan türü, tipki ayakkabilar kadar degisik stillerde, farkli kalitelerde ve sayisiz “renktedir”…. Aski bir çesit serüven olarak “spor” gibi yasayanlar, aynen “spor ayakkabi” gibi dikkat çekici ve rahat kisileri bulurlar.

Tersine askta tutucu ve istikrarli olmayi benimseyenler “klasik ayakkabi” gibi muhafazakar çizgiler tasiyanlara tutulurlar.

Dekolte ayakkabilar gibi sadece cinsellik ve eglence zevkleriyle ateslenen asklar vardir.

“Bez” ayakkabilar gibi kisa ömürlü “tatil asklari” ise hemen herkesin kisisel tarihinde mevcuttur.

“Marka” ayakkabi alir gibi, sevgilinin kariyerine ve maddi durumuna “tutulan” asiklar görürsünüz.

Kati plastikten “yagmur çizmesi” edinir gibi mantik süzgecinden geçirip “ise yarar” biçimde yasamak isteyenleri de bilirsiniz.

Ayrica ne tuhaf ki, psikolojik testlerde “zaafi”olup evine sayisiz çesitte ayakkabilar yigan insanlarin ayni zamanda “degisik” türde asklara da zaafi oldugu söylenir.

Evet ask “ayakkabidir”.

Aynen ayakkabiniza bakim yapmayip “hor” kullandigniz zaman kolayca eskittiginiz gibi, askiniza da dikkatli davranmayip özen göstermediginiz zaman kisa sürede “eskitirsiniz”.

Ve nasil ki “delik” bir ayakkabiyi tamir ettirdiginizde yalnizca “bir miktar” ömrünü uzatmis olursaniz; “delik” bir aski onarmaya kalkistiginizda da “asla eskisi gibi olmayacaktir”!

CAN YÜCEL....

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Siz kimlerin paraşütünü hazırlıyorsunuz?

Dur. Düşün.

Charles Plumb Vietnamda uçmuş, ABD Hava Harp Okulu mezunu bir pilottu. Savaş sırasında yaptığı 75. uçuşta, yerden havaya atılan güdümlü bir füze tarafından vuruldu. Derhal kendini fırlatıp paraşütle bir ormanın içine düştü. Kısa bir sure sonra da Vietkonglar tarafından yakalandı ve tam 6 yıl Kuzey Vietnamda esir olarak tutuldu. Bugün Charles Plumb yaşadığı bu tecrübe hakkında insanlara ders vermektedir.

Bir gün Charles ve eşi restoranda yemek yerlerken bir adam masalarına yaklaşır ve şaşkınlık içinde çığlık atar: "Aman Allahım ! sen Plumb'sın. Vietnamda jet pilotuydun, Kitty Hawk havaalanından. Uçağın düşmüştü!" "Evet ama sen nereden biliyorsun bunu?" der eski pilot Plumb. "Biliyorum çünkü uçuş öncesi senin paraşütünü ben hazırlamıştım." Plumb hayretler içindeydi. Adam elini Plumbun omuzuna atar: "Anladığım kadarıyla paraşüt işe yaramış." Plumb evet anlamında kafasını sallar. "Eğer işe yaramasaydı şu anda burada değildim." Plumb o gece, restoranda masaya gelen adamı düşünmekten uyuyamaz. Savaş sırasında çoğu kez gördüğü bu adamla bir kez olsun konuşmadığını düşünür. Çünkü o bir savaş pilotu,adamsa paraşüt hazırlayan basit bir askerdir sonuçta. Oysa o asker, uzun tahta bir masada saatlerini harcayarak, dikkatle katladığı paraşütlerle, her seferinde hiç tanımadığı bir insanın kaderini ellerinde tutuyordu.

Bu olaydan sonra verdiği derslerde Plumb dinleyicilere hep aynı soruyu sormaya başladı: Paraşütünüzü kim hazırlıyor? Tüm hayatı boyunca ihtiyaç duyduğumuz her şeyi bir başkasının hazırladığı biz modern dünyanın insanlarına sorulabilecek en anlamlı sorulardan biri de bu belki de....

Yaşamaya devam etmemizi sağlayan sayısız paraşütler var hayatımızda, her defasında bir başka insanın bizim için hazırladığı, maddi paraşütler, manevi paraşütler, duygusal paraşütler, ruhsal paraşütler... Sahip olduğunuz en büyük yeteneği kim kazandırdı size veya düşünce yapınızı kim şekillendirdi? Kimler size moral verdi zor zamanlarınızda ya da hayata dair manevi değerlerin farkına varmanızı kimler sağladı? Hayatınız boyunca paraşütünüzü hazırlayan kimlerdi? İşte onlar hayatımızı borçlu olduğumuz insanlardır.

Peki siz kimlerin paraşütünü hazırlıyorsunuz? Hiç düşündünüz mü?

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Karşı cinse saygım ve sevgim gereği paylaşmak istedim...

Bütün Cadılar (Neden?) Kadındır...

Evet, bütün cadılar kadınlar arasında bulunmuştur.

Cadılık suçlamaları kadınlara yöneltilmiştir.

Şeytanlık da kadınlara uygun bulunmuştur.

İlk günah da, yılanın ağzındaki elmayı Adem’e yediren Havva’nın günahıdır.

İnsan bu yüzden cennetten kovulmuştur.

Bundan sonra puan toplamaya başlıyorum (Damat)

Neden mi?

Erkeklerin kadınlardan korkuları yüzünden.

Erkekler, tarih boyunca kadınlardan korkmuşlardır.

Çünkü kadınlar daha güçlüdür.

Kadınlar daha kararlıdır.

Kadınlar daha tutarlıdır.

Kadınlar daha koruyucudur.

Bunun nedeni de, kadınların çocuk doğurmaya programlanmış olmasıdır.

Kadının yaşamsal amacı ‘çocuk doğurmak’tır.

Biyolojisi de, psikolojisi de buna uyarlanmıştır.

Bu amaçla evlenmek isterler.

Yeni evli kadın ev almak ister, erkek araba almak.

Kadın çocuğu için güvenli bir yer istemektedir.

Erkek ise arabayla gezmek tozmak.

Erkek tüketicidir.

Kadın üretici.

Erkek sperm saçıcıdır.

Kadın yumurta dölleyici.

Kadın topraktır. Orada durur ve bekler.

Erkek yağmurdur, nereye olsa yağar.

Erkek tarih boyunca kadının gücünü görmüştür.

Korkar ve kadını engellemeye çalışır.

***

Gelenekler kadını engellemiştir.

Tektanrılı dinler kadını yönetici yapmamıştır.

İmam erkektir.

Papaz erkektir.

Haham erkektir.

Töreler kadını suçlu kılar.

Erkeğe tabi olması gereken kadındır.

Söz dinlemesi gereken kadındır.

Erkeğin peşinden gelmesi gereken odur.

Oysa gerçek hiç de böyle değildir.

***

Kadın, çocukları yetiştiren anadır.

Kadın, evin temel direğidir.

Kadın, erkeğin arkasındaki değil, içindeki güçtür.

Erkek kadından korkar.

Onun için de kadını engellemeye çalışır.

Bir toplumun uygarlık ölçütü, kadının o toplumdaki yeridir.

Kadına değer verir görünüp de onu gerçekte evine kapatan kültürlerin toplumu uygar değildir.

Kadının yerini erkeğin arkası olarak gösteren kültürü sürdüren toplumlar uygar değildir.

Kadını erkekle eşit saymayan, eşit kılmayan, eşit davranmayan kültürler uygar değildir.

Kadını erkekten ayırmaya çalışan kültürler uygar değildir.

Kadına gösterilen şiddet, temelinde korkunun yarattığı ilkel acizliktir.

Kadını anlamayan, kadını kendi malı sayan, kadını kendi dediğini yapmaya zorlayan erkeklerin ilkel davranışları, bir toplumun uygar olmadığının kesin kanıtıdır.

Erkek şiddetinin kaynağı toplumun ‘kadını suçların kaynağı’ gören geri kalmış kültürüdür.

Bu kültür de, kadına yönelik ayrımcı tutumlarla beslenmektedir.

Kadınların örtünmesi, erkeklerden ayrıştırılması, erken evlendirilmesi, eğitiminin önemli bulunmaması hep bu ayrımcı kadın kültürünün ürünüdür.

Bu kültürün değişmesine çalışmadan ‘8 Mart Kadınlar Günü’nü kutlamak, mayıs ayında ‘Anneler Günü’nde anneleri anmak göstermelik olmaktan öteye gitmez.

Bu kültür sürdüğü sürece, ayağa takılan elektronik kelepçeler, elektronik bilezikler ‘erkek hakları’nın nişanları olarak taşınacaktır.

Ya Cumhuriyetin kuruluş felsefesine dönülecektir ya da çarşafla burkaya alışılacaktır.

Gerisi, lafügüzaftır...

12 Mart 2012 - Cumhuriyet

ERDAL ATABEK

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

  • 2 hafta sonra...

Çok çalışmak değil "zeki çalışmak" para ediyor

spacer.gifspacer.gif

16334172.jpg

Kevin Systrom... Instagram isimli uygulamanın sahiplerinden biri. Facebook'un 1 milyar dolar ödeyerek Instagram'ı almasıyla beraber dünyanın konuştuğu bir isim olan Systrom, 18 ay gibi kısa bir sürede 400 milyon dolarlık bir servete sahip oldu. Pek bu kadar kısa bir zamanda servet kazanmanın formülü neydi?

spacer.gif

hurriyet.com.tr yazarı Özgür Bolat internet girişimciliği ile birlikte ‘daha çok çalışmak’ fikrinin yerini ‘daha zeki çalışmak’ fikrine bıraktığını dile getirirken, fakir bir ailede doğan ve hamallık yapıp bulaşık yıkayarak Denizli'nin vergi rekortmenleri arasına giren Pamukkale Halıcılık'ın sahibi Habip Kızıltaş, Systrom'un kazandığı servet için "meşru" değildir açıklamasında bulundu.

18 AYDA ŞİRKETİNİ 1 MİLYAR DOLARA SATTI

Stanford Üniversitesi mezunu olan Systrom, okul arkadaşı Mike Krieger ile birlikte Instagram'ı ortaya çıkardığında sadece ikisi çalışıyordu. 18 aylık süreçte toplamda 15 kişilik çalışana ulaşan Instagram'ı bugün sayıları 30 milyona ulaşan geniş bir kullanıcı kitlesi kullanıyor. İlk etapta iPhone'larda kullanılan iOS işletim sistemi için geliştirilen Instagram'ın nisan ayında Android'e gelmesiyle beraber sadece 12 saat içinde 1 milyon Android kullanıcısı, yazılımı telefonuna indirdi.

"DEVİR DAHA ZEKİ ÇALIŞMA DEVRİ"

Özgür Bolat, konuyla ilgili şu sözleri kaydetti: "Eskiden iyi fikirlerin kitleleri yayılması zaman alırken şimdi internet ile kitlelere ulaşmak çok daha kolay. Bu olanağı da internet girişimcileri çok zeki bir şekilde kullanıyor. Bu zeka nereden geliyor?

İnternet girişimcilerini incelediğimizde hep aynı yapıyı görüyoruz.

*Heyecanlarını işe dönüştürüyorlar. Fotoğraf sevdasını Kevin Systrom ürüne dönüştürüyor.

*Başarı ve uzmanlık genel bir kavram değil. Alana özgü. Yani girişimciler bir alanı çok iyi biliyorlar. Oradaki ihtiyaca göre ürün yapıyorlar. Bir alanı iyi bilmek de heyecana bağlı.

*Motivasyonları genelde paradan ziyade başarı oluyor. Kevin Kevin Systrom daha önce çok teklif gelmesine rağmen satmıyor.

*En önemlisi insan doğasını çok iyi biliyorlar. Ne insanları etkiler konusunda güçlü fikirleri var. Temel ihtiyaçların yanı sıra, sosyal ve estetik ihtiyaçlara daha fazla yoğunluk var.

*Basitlik genel ilkeleri. Bilgi bombardımına tutulduğumuz günümüzde ne kadar basit o kadar iyi.

Girişimcilik bir tutum. Girişimci olmak için insanın sadece bir şeye ihtiyacı var: o da kendisine. Günümüzde yeni başarı anlayışı bu şekilde şekilleniyor. İş bulmaktansa iş yaratmak üzerine kurulu bir sistem. Bu bakış açısı önem kazandı. Türk eğitim sistemi hale risk almamayı öğreten iyi bir mesleğin olsun mantığı üzerine kurulu. Artık bu yapı değişiyor. Bu konuda seneye bir kitap yazacağım. Türkiyedeki 15 internet girişimcisi ile kontağa geçtik. Bunun yöntemlerini anlatıyor olacağız."

"SYSTROM'UN KAZANDIĞI SERVETİ MEŞRU BULMUYORUM"

Denizli'nin vergi rekortmenleri listesinde 18 yıldan bu yana yer alan Pamukkale Halıcılık'ın sahibi Habip Kızıltaş, Instagram üzerinden 400 milyon dolar kazanan Systrom için şu sözleri kaydetti: "Açık göz ve kafası çalışan insanlar, insanların zaafını bularak para kazanmanın yolunu buluyor. Sözüm sadece Systrom için değil, bu şekilde kolay yoldan para kazanan herkes için. Dünya nüfusunun yarısı açken, birileri insanların iletişim konusundaki zafiyetini tespit edip servet kazanıyor. Ben bu şekilde para kazanmayı meşru bulmuyorum. Bunun piyangodan servet yapmaktan bir farkı yok."

Kızıltaş, bu yolla servet kazanan insanların kazancının meşru sayılabilmesi için yardıma muhtaç insanlara ulaşması gerektiğini dile getirdi ve Microsoft'un kurucusu Bill Gates'i hatırlatarak sözlerini şöyle bitirdi: "Bill Gates de teknoloji yoluyla zengin olan bir insan; ancak eşiyle birlikte kurduğu yardım vakfıyla düşkün insanlara yardım ediyor. Bu örnek alınmalı."

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Bilmemek

Duygularınız sizindir, saklıdır, kimsenin müdahale edemeyeceği bir biçimde size aittir, oradaki her değişiklik yalnızca sizinle ilgili bir keder ya da sevinç yaratacaktır ama hayatınız başkalarının da içinde dolaştığı, başkalarının da kendine bir yer bulduğu, açıkça görülen, izlenen, müdahale edilebilen, oradaki her değişiklikle başkalarının da yaralanabildiği bir duraktır.

Vitrinlerindeki mankenleri çırılçıplak soyulmuş, demir parmaklıkları indirilmiş ışıksız dükkanların iki yanına dizildiği, apartman kapılarının sıkısıkıya kapatılmış olduğu, köşebaşlarında çöplerin biriktiği Şişli'nin arka sokaklarından bir gece vakti, korkmayı bile unutarak, aşk acıları içinde ağlayarak geçtiğim o gece on yaşlarındaydım herhalde.

Erken gelen bir özgürlük merakıyla tek başıma gittiğim, gazoz ve toz kokulu Tan Sineması'nda seyrettiğim filmdeki siyah gözlü kıza aşık olmuştum.

Ama aşktan ağlamıyordum.

Kızın adını öğrenemediğim için ağlıyordum, onun kim olduğunu anlayamamıştım.

Adını bilmediğim için onu hayallerimin arasına alamıyordum.

Hayallerime alamadığım için hayatıma da alamamıştım.

Aşıktım ama aşık olduğum, kendisine ruhumda yer açtığım bir kadına hayatımda bir yer açmam, onu hayatımın bir yerine, hayallerimde de olsa, yerleştirmem mümkün olmuyordu.

Şimdi büyüklere çok manasız geleceğini bildiğim ama bir çocuğu gerçek bir acıyla acıtan o ani aşkı yaşarken; duygu dünyandaki yeri bu kadar açık ve kesin olan birinin hayatındaki yerini bilememenin, ona hayatında bir yer bulamamanın nasıl yakıcı bir sızıya dönüşebileceğini galiba ilk o gece sezdim.

O gece, o kıza hayatımda bir yer bulamamamın nedeni hayal eksikliğindendi, hayal kuramamıştım.

Daha sonraları, duygularla hayat arasındaki çatışmaların, yalnızca hayal eksikliğinden kaynaklanmadığını; insanın varlığını oluşturan duygularıyla düşünceleri ve bu ikisini birden kapsayan hayatı arasındaki belirsizliklerin, bunların arasındaki, açılması bazen imkansız olan kapıların tahminimden çok daha fazla olacağını görecektim.

Okuduğum kitaplardaki kahramanların çoğu da, duygularındaki belirsizliklerden değil, duygularıyla hayatları arasındaki belirsizlikten acı çekiyorlardı.

Sevdiklerine duygularında ve hayallerinde bir yer bulsalar bile hayatlarında bir yer bulamıyorlardı.

Sanki duygularımızda çok keskin ışıklarla aydınlanmış, parlak ve canlı duran biri, hayatımızda, sırf parlaklığından dolayı yer bulamıyordu, onu hayatımıza yerleştirmek için birçok ışığın yerini değiştirmemiz, bazı ışıkları söndürmemiz gerekeceğinden karar verirken duralıyorduk.

Ve soruyorduk kendimize:

- Onun duygularımdaki yerini biliyorum ama hayatımdaki yeri neresi?

Bu cevaplandırılması tahmin edilenden daha zor bir soru.

Çok sevdiğiniz, çok değer verdiğiniz bir insanı hayatınıza almak istediğinizde, onu hakettiği yere yerleştirebilmek için, onun kadar ya da ona yakın değerde bir başka şeyi hayatınızdan çıkarmak zorunda kalırsınız.

Bir vakitler İngiltere kralı, halktan bir kadına aşık olup da kendine bu soruyu sormak zorunda kaldığında, 'onun yeri hayatımın merkezi' cevabını vererek, sevdiğini hayatına yerleştirebilmek için krallık tacını hayatından çıkartıp atmıştı.

Ama o kralın yeğeni, aynı soruya amcası kadar güçlü ve açık bir cevap veremedi.

Hayatından hiçbir şey çıkaramadığından, gerçekten aşık olduğu kadını hayatına alamadı.

Amca kral, kadınını, yeğen prensin kadınını sevdiğinden daha çok seviyordu diye bir sonuç çıkarmak hemen mümkün mü tam bilemiyorum.

Ya da prens taca amcasından daha düşkündü demek gerçeği açıklamaya yeter mi, ondan da emin değilim.

Prens sevdiği kadın için tacı hayatından çıkarmaya karar verse, bu kararla birlikte sadece müstakbel tacını değil büyük bir ihtimalle annesinin mutluluğunu ve güvenini, babasının oğluyla ilgili beslediği hayalleri de hayatından çıkarmak zorunda kalacaktı.

Belki buna gücü yetmedi, belki annesini mutsuz görmeye dayanamayıp kendi mutluluğundan vazgeçti, ki insanın kendi mutluluğundan bir başkası için vazgeçmesi de tacından vazgeçmek kadar, hatta bazen ondan da zor olabilir.

Mutluluğundan mı yoksa tacından mı vazgeçen daha büyük bir fedakarlıkta bulundu, buna kim kolayca cevap verebilir.

Tek bilebileceğimiz, 'duygularımdaki yerini bildiğim bu insanın hayatımdaki yeri neresi' sorusuna cevap vermenin sanıldığından daha güç olduğudur.

En sıradan insanın bile öylesine karmaşık ve kalabalık bir hayatı vardır ki, o hayatın içinde yeni birisine yer açmak daima birilerini huzursuz edecek, birilerinin canını yakacaktır.

Bir mutluluk büyük bir ihtimalle bir başkasının mutluluğu karşılığında satın alınacaktır hayattan.

Bir başkasının mutluluğu pahasına elde edilecek bir mutluluk, bir sızı, bir pişmanlık, bir keder bırakmayacak mıdır sizde, mutluluğunuz, karar verdiğiniz anda başkasının kederiyle yaralanıp eksilmeyecek midir?

Bir başka insana duygularınızda yer bulmak, ona hayatınızda bir yer bulmaktan daha kolaydır.

Duygularınız sizindir, saklıdır, kimsenin müdahale edemeyeceği bir biçimde size aittir, oradaki her değişiklik yalnızca sizinle ilgili bir keder ya da sevinç yaratacaktır ama hayatınız başkalarının da içinde dolaştığı, başkalarının da kendine bir yer bulduğu, açıkça görülen, izlenen, müdahale edilebilen, oradaki her değişiklikle başkalarının da yaralanabildiği bir duraktır.

Hayatınızdaki her kıpırtı birçok insanı da kıpırdatır.

Kıpırdamadığınızda ise acı çeken siz olursunuz, bir de sizin duygularınızda yer alıp da, hayatınızda yer almayı bekleyen insan.

Hayatınızdakileri kıpırdatmayıp onları acıdan kurtarırsanız, kendinizi ve sevdiğinizi acıtırsınız, kendinizi ve sevdiğinizi sevindirip hayatınızı yeniden düzenlediğinizde başka birilerini.

'Duygularımdaki yerini bildiğim insanın hayatımdaki yeri neresi' sorusunu sorduğunuzda, bunu sormak zorunda kaldığınızda, bir acının bir yerde kımıldanmaya başladığını hissedersiniz kaçınılmaz olarak.

Ben on yaşındayken ismini bilmediğim bir kadına ansızın aşık olup da, onu, adını bilmediğim için hayallerime ve hayatıma alamadığımda ağlamıştım sokaklarda.

Sonra, adını bildiğim, hayallerime aldığım ama hayatımdaki yeri neresi sorusuna bir cevap bulamadıklarım için ağladım.

Duygularınızdaki yerini bilirsiniz bir insanın.

Ama onun hayatınızdaki yerini bilmek...

Bu zordur.

Vereceğiniz cevap, bu cevap ne olursa olsun, ıssız ve karanlık bir sokakta ağlayan bir oğlanın çektiği acının nasıl bir şey olduğunu size gösterir.

Ahmet Altan

Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Venüs'le Buluşma

Birçok dönemeçte kaderimize 'buradan sap' diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir. O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz. Nedir bizi sessiz bırakan peki? Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?

Bazen düşünürüm de, kader bana tuhaf huylu bir arabacı gibi gözükür, sanki sizi hangi şehre götüreceğini seyahatin başından belirlemiştir de, şehre vardıktan sonra bazı dönemeçlerde dönüp adresi size sorar.

Hangi semtte, hangi sokakta, hangi evde yaşayacağınızı kendiniz belirlersiniz.

O dönemeçlerde kararınız ya da kararsızlığınız çizer yolunu.

Kararsız kalırsanız eğer, arabacı o dönemeci geçip devam eder yoluna.

Acaba hayatımızın kaç dönemecinde kendimiz karar veririz ne yana sapacağımıza ve acaba hayatımızın kaç dönemecinde kararsızlığımız yüzünden bir dönemeci kaçırırız.

Ve, o dönemeçlerde kararımızı ya da kararsızlığımızı belirleyen nedir?

Geleceğimizin rotasını kararlarımız mı yoksa kararsızlıklarımız mı çizer?

Birçok dönemeçte kaderimize 'buradan sap' diye bağırmak isterken ağzımızı bile açmadan, sesimizi çıkarmadan, geçip gitmişizdir.

O dönemeçte karar verebilirsek nereye gidecektik hiç bilemeden ve bunu hep merak ederek başka bir menzile, başka bir geleceğe, başka bir hayata doğru sessizce yolumuza devam ederiz.

Nedir bizi sessiz bırakan peki?

Nedir isteğimize rağmen karar vermemizi engelleyen?

İsteklerimizden daha güçlü nasıl bir duygu var içimizde?

Istvan Szabo'nun, neredeyse sanata düşman olan 'sanatçılarla' Paris'te Wagner'in bir operasını sahneye koymaya çalışan Macar bir orkestra şefiyle, onun aşık olduğu Amerikalı bir sopranoyu anlattığı harika bir filmi vardır, 'Venüs'le Buluşma.'

Genç orkestra şefi bin türlü engelin, entrikanın, kaprisin arasında istediği gibi bir müzik çalabilmek için kıvranırken, dünyanın en güzel seslerinden birine sahip olan, zeki, güzel, şımarık ve gençliğini ardında bıraktığından kaygılı sopranoya aşık olur.

Soprano da bu çocuksu, yetenekli ve çaresiz şefe tutulur.

Macar şef evlidir.

Güzel soprano ise, artık efsane olmuş çok ünlü bir başka Macar şefle bir zamanlar bir aşk yaşamıştır.

Genç şef, sevdiği kadın, karısı ve hayran olduğu eski şefin korkutucu efsanesi arasında sıkışır, bir yandan da orkestradaki çeşitli sorunların üstesinden gelmeye uğraşır.

Bütün bunlara rağmen birbirlerine aşklarından sözetmeyi ve birlikte olmayı başarırlar, harika sevişirler, kadınların seviştikten sonra 'bu bir mucize' dedikleri o olağanüstü sevişmelerden.

Bir seferinde prova yapılırken gene orkestrayla şefin arasında sorun çıkar, şef provayı izleyen sopranonun yanına gelir, 'bunları azdıramıyorum' der 'ne yapacağım.'

- Azdırırsın, der soprano, beni azdırdığına göre onları da azdırırsın.

Bu bir tek cümle bile şefe ihtiyacı olan gücü vermeye yeter.

Ama hayat her zaman bu kadar güzel değildir şef için.

Sopranoya aşık olduğunu anlayan karısı onu evden kovar, soprano şefin evliliğini bozmak istemediğinden telefonlarına cevap vermez.

Bütün bu karmaşaya rağmen yeniden biraraya gelirler.

Soprano şefe, 'hiç kimseye böyle aşık olmadım' der.

Şef de olağanüstü güzellikte sesi olan bu huysuz kadına aşıktır.

Ve, o dönemeç gelir.

Bir sevişmeden sonra yatağın üstünde çırılçıplak birbirlerine sarılmış vaziyette kucak kucağa otururlarken, soprano 'Paris'ten sonra ne yapacağımızı düşünüyorum' der gülümseyerek.

Gelecekle ilgili bir söz bekler şeften.

Şef sesini çıkarmadan bakar kadının yüzüne.

Tek kelime etmez.

Hayatının belki de en önemli dönemeçlerinden birinde, kadere 'buradan sap' diye bağırmak isterken sessizce durur.

Soprano anlar.

Şef, kadere 'buradan sap' diyememiştir.

Operanın ve hayatının 'venüsüyle' buluşamayacaktır.

Aşkına ve isteğine rağmen karar verecek cesareti gösterememiş, hayatını bir başka geleceğe döndürememiştir.

Kimbilir, belki karısının çok üzüleceğini düşünmek, belki sopranonun kendisinden bıkacağından çekinmek, belki eski ve ünlü şefin hayali altında ezileceğini sanmak, belki de sopranonun kaprislerinin kendi geleceğini boğacağından korkmak.

Nedeni ne olursa olsun şef kararını verememiştir.

Henüz varolmayan 'gelecekle' ilgili korkular, varolan 'an'ı ve o andaki o olağanüstü isteği hayata geçirmeye engel olmuştur.

Kararsız kalmış, kader yoluna devam etmiştir.

Peki, gelecek nasıl olur da 'an'ı böylesine önemsiz ve güçsüz kılabilir?

Neden insan elindeki 'an'ı yaşamak yerine, geleceğiyle ilgili hesaplara takılıp kararsız ve sessiz kalır bir dönemeçte.

Gelecek belirsiz ve karanlık olduğu için mi, aydınlık ve belirgin olan 'an'ı böylesine yenilgiye uğratır.

Bilinmeyenden duyduğumuz korku, bilinenin aydınlığı içinde duran istekten kuvvetli midir?

Belirsiz olan belirli olandan güçlü müdür hep?

O yüzden mi, en önemli dönemeçlerde bazen böyle kararsız ve sessiz kalır da, çok sapmak istediğimiz yollara özlemle bakarak dümdüz devam ederiz?

Hayatımızın en önemli zaman parçası, henüz gelmemiş olan ve 'gelecek' denilen zaman parçası mıdır?

Böyle zamanlarda kaderimizi belirleyen 'dün' ya da 'bugün' değil de 'yarın' mıdır?

Yarın, bu korkunç gücünü bilinmez olmasına mı borçludur?

Geleceğin belirsiz karanlığına saklanan korku, bugünün apaçık isteğini neden bir sessizliğe mahkum eder?

Şef, o sessizlik anında bile, o güzel sopranoyu hayatı boyunca seveceğini ve özleyeceğini bilir, o kadın olmadan geçecek olan hayatının solgunlaşacağını keskin bir şekilde hisseder.

Yaşadığı acıyı sessizliğiyle kabullenir.

Gelecekten korktuğu için geleceği istediği gibi yaşayamaz.

Karar veremediği için hayatının yolunu kararsızlığı çizer.

Hayatlarımızı kararlarımız mı kararsızlıklarımız mı belirler?

'An'ın isteklerini 'geleceğin' endişelerine kurban edenler mi daha mutlu yaşar yoksa geleceğin acılarını kabul edecek kadar güçlü bir şekilde 'an'ın isteğine sarılanlar mı?

Kaç dönemeçten 'Venüs'le buluşamadan' geçtik acaba?

Ve acaba kaçımız gelecek korkusu yüzünden geleceğimizi kaybettik?

Ahmet Altan

Tevfik tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Zamanı Durdur

Eğer bir alıcı çıksaydı, bir şeytan mesela, ne karşılığında satardınız ruhunuzu, ne karşılığında cehennemlerde yanmaya razı olurdunuz?

Bir volkan gibi, içi çağıldayan çılgın alevlerle dolu olduğu halde aynı zamanda bir selvi ağacı kadar da huzurlu olan bir aşkı, böyle bir mucizeyi, bir tek gün zerdali çiçeklerinin döküldüğü gizli bir bahçede, bir sevgiliyle yaşamak karşılığında satar mıydınız ruhunuzu?

Parlak beyaz duvarları floresan lambalarının sert ışıklarıyla aydınlanmış bir laboratuvarda bir geceyarısı kan çanağına dönmüş gözlerinizle mikroskobunuza bakarken, kanserin çaresini keşfetmek karşılığında atar mıydınız ruhunuzu ateşlere?

Bir sabaha karşı, askerlerin dipçiklerle kapıları kırıp evlere girerek insanları taradığı bir darbenin liderliğini yapan, insanları darağaçlarına, zindanlara sürükleyip korkutan, herkesin karşısında titreyerek selam durduğu bir general olma karşılığında vazgeçer miydiniz ruhunuzdan?

Bütün dünyanın soluk soluğa seyrettiği bir film çekebilme yeteneğinin size bağışlanması, ruhunuza biçtiğiniz fiyatı karşılar mıydı?

Yoksa ruhunuzu hiç bir bedel karşılığında satmaz mısınız, sakin bedeninizin içindeki sakin ruhunuzla, hiçbir değiş tokuşa razı gelmeden mi sürdürmek istersiniz ömrünüzü?

Ruhunuzu, hiçbir bedel karşılığında satılmayacak kadar kıymetli mi buluyorsunuz?

Yoksa ruhunuzu satmaya razısınız da, korkularınız mı buna engel oluyor?

Goethe, kimine göre gelmiş geçmiş en zeki insan, Faust'u 'ruhunu satmak' üzerine yazmıştı.

Doktor Faust şeytanla yaptığı pazarlıkta, 'şimdi zaman dursun' diyecek kadar mutlu olup, 'zaman dursun' dediğinde ruhunu şeytana satacaktı.

Siz, nasıl bir anda 'zaman dursun' derdiniz?

Sizi, geriye kalan ömrünüzü aynı anın içinde geçirmeye razı edecek kadar mutlu edebilecek olay nedir?

Hayatınızın filmini hangi karede dondurmak isterdiniz?

Hangi kareyi dondurmak için ruhunuzu satardınız?

Geçmişinizde var mı böyle bir an?

Yoksa böyle bir anın sizi gelecekte beklediğini mi hayal ediyorsunuz?

Ruhunuzu satmak için şeytanla pazarlık eder miydiniz?

Ya şeytan, o kötü melek, sizin ruhunuzu satın alınacak kadar değerli bulur muydu?

Ülkenizi, darbeci generallerden korkmayacak kadar güçlü bir ülke yapmak için satar mısınız ruhunuzu, ya da insanların birbirini öldürmediği bir ülke yapmak için?

Bir kadınla seviştiğiniz anı mı sonsuza kadar uzatmak istersiniz, yoksa sevgilinizin size yaslanıp 'seni seviyorum' dediği anı mı?

Doktor Faust 'şimdi zaman dursun' diyecek kadar mutlu olmadı hiç, ama şeytan gene de onu oyuna getirip ruhunu aldı.

Zamanın durmasını istememizi sağlayacak kadar mutlu olduğumuz anlar var mıdır?

En mutlu olduğunuz an bile, 'gelecekte belki daha da mutlu olacağım bir an olur' ümidiyle zamanın akmasını ister miydiniz?

Ruhunuzu, sonsuza dek sürecek mutlu bir an karşılığında satar mıydınız?

Goethe mi, Faust mu yoksa şeytan mı olmak isterdiniz?

Herkesin ruhunu satın alabilecek bir şeytan olma karşılığında satar mıydınız ruhunuzu?

Mutluluklar karşılığında ruhumuzu almak için böyle kötü bir melek neden var acaba?

Niye mutlulukla kötülük ya da mutlulukla şeytan arasında hep bir ilişiki var gibi?

Neden iyilik melekleri bize huzuru, kötülük melekleri mutluluğu sunuyor?

Neden huzur ve mutluluk, mutluluk ve iyilik bir araya pek gelmiyor?

Neden dalgalı bir okyanustaki yalnız bir deniz feneri gibi, mutluluk, huzursuzluklarla kötülüklerin arasında çakıyor?

Neden mutsuzluğa ulaşmak için muhakkak şeytanın pelerinine sürtünmek gerekiyor? Ve neden şeytan bir mutlu an karşılığında hemen ruhumuzu almak istiyor?

Neden Tanrı, melekleriyle birlikte şeytanı da gönderdi bize?

Şeytanın dokunmadığı bir mutluluk, günahın değmediği bir aşk var mı?

Ne karşılığında satarsınız ruhunuzu?

Kim olmak ve ne olmak için?

Sezar'ın Kleopatra'yla yattığı ilk gece karşılığında mı, Lenin'in Moskova'ya girdiği an karşılığında mı, Arşimed'in 'Evraka' diye bağırdığı an karşılığında mı, Joyce'un 'Ulysses' romanının son satırını da düzeltip kalemini bıraktığı an karşılığında mı, Mark Spitz'in olimpiyatlarda yedinci altınını da boynuna taktığı an karşılığında mı?

Yoksa Karındeşen Jack olmak karşılığında mı? Tarihe geçen o ünlü katil gibi hiç yakalanmadan yedi cinayet işleyip yedi insan öldürebilmek karşılığında satar mısınız ruhunuzu?

Peki Einstain olmak karşılığında?

Ruhunuza biçtiğiniz bedel ne?

Mutluluk mu, şöhret mi, başarı mı, yaratabilme yeteneği mi, insanlara ayrdımcı olabilme gücü mü, yakalanmadan cinayet işleme şansı mı?

Yoksa para mı istersiniz?

Ruhunu milyarlar karşılığında satan, geçmişi günahla dolu o büyük zenginlerden biri olmak karşılığında vazgeçer misiniz ruhunuzdan?

Güney Afrika'da Zencileri kırbaçlayarak öldürten bir elmas madeni sahibi, işçilerin üzerine benzin sıktırıp yaktıran bir dolar milyarderi olmak fiyatınızı karşılar mı?

Paralarınızla çeşit çeşit hayatlar alırsınız. İnsan hayatları.

Küçük oyuncaklar gibi oynarsınız onlarla, isterseniz kırıp atabilirsiniz, isterseniz bir biblo gibi odanızın bir köşesine koyabilirsiniz.

Kadınlar için ayrı bedeller de var tabii.

Bir kraliçe olmak mı ruhunuzu alabilir, yoksa erdemini hiç kaybetmeyen Roma'nın kutsal orospusu olmak mı?

Her gece bir yaveriyle yatıp ertesi sabah yattığı adamı idam ettiren bir imporatoriçe olmak mı yoksa Nobel'i alan ve hayatı laboratuvarlarda geçen bir Madam Curie olmak mı?

Yoksa sadece bir evliliğe mi satarsınız ruhunuzu?

Güvence mi istersiniz, çılgınlık mı?

Kadınlar, ah onlar erkeklerden akıllıdır, güvenceli bir çılgınlık isterler.

Şeytanın bile veremeyeceğinin peşindedir onlar.

Şeytan da, onun için, onların peşinde.

İmkansızı isteyeni kandırmak ister o.

Ve şeytan çok şanssızdır, imkansızı isteyeni kandırmak için elinde erkekler gibi beceriksiz aletler vardır. Zaten o yüzden, parayı, mücevheri, şöhreti pazarlığa ekler.

Kadınlar kim olmak karşılığında satar ruhunu?

Bütün bir ülkeyi ayaklandırıp sonra yağlı kütüklerin üzerinde yakılan Jeanne D'Arc mı, yüzünde hep büyülü bir ışıkla dolaşan Greta Garbo mu, Evita Peron mu?

'Zaman dursun' diyeceğiniz kadar mutlu bir an için satar mısınız ruhunuzu?

Şeytanla ne karşılığında pazarlığa oturursunuz?

Hiç yalan söylemeden yaşayabilmek mesela.

Yoksa söylediğiniz her yalana insanların inanması mı?

Korkularınızdan kurtulacağınızı söylese şeytan, verir misiniz ruhunuzu? Bir daha hiç bir şeyden, hiçbir şekilde korkmamak. Ailenizden, sevgililerinizden, dostlarınızdan, düşmanlarınızdan, polislerden, katillerden, hırsızlardan, size doğru yolu göstermek isteyenlerden, size yardım edenlerden, size kızanlardan ve sizi sevenlerden korkmadan yaşayabilmek için vazgeçer misiniz ruhunuzdan?

Hiç endişesiz yaşayabilmek, nasıl bir fiyat?

Bir ülkeyi ya da bir insanı kurtarmak için satar mısınız ruhunuzu?

Goethe, Faust'u neden yazdı acaba?

Şeytanla pazarlık fikrini ona kim verdi?

Gördüğü insanlar mı?

Acaba herkes sürekli şeytanla pazarlık mı ediyor, sürekli satılıyor mu ruhlar, satmayanlar fiyatı beğenmeyenler mi yalnızca, yoksa korkaklar mı ya da çok cesur olanlar mı?

Ruhunuzu satar mısınız?

Yoksa daha önceden sattınız mı?

Nedir fiyatınız?

Zerdali ağaçları mı, laboratuvarlar mı, emrinize amade ordular mı, lüks kerhaneler mi, saraylar mı, yazı masaları mı, yaldızlı yataklar mı, yakalanmayan cinayetler mi?

Zamanın durmasını isteyeceğiniz kadar mutlu bir an oldu mu hayatınızda?

Her mutlu anda şeytanla pazarlık mı var acaba?

Tanrı, şeytanı niye yarattı?

Goethe niye yazdı Faust'u?

Siz ruhunuzu satmaktan mı, yoksa ucuza satmaktan mı pişmansınız?

Yoksa hiç satmamaktan mı?

Zamanı durdurmak ister misiniz?

Yoksa zaman mı sizi durdursun istersiniz?

Ahmet Altan

Tevfik tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Yürekleriyle Konuşan, Gözleriyle Gülen Kadınlar...

Bir kadın tanımak...

Bütün gel-gitleri, kaprisleri, küçük şımarıklıkları, korkuları, şaşkınlıkları, hercailikleri, hayal kırıklıkları, aşkları, terk edilişleri, başarıları, başarısızlıkları, kurnazlıkları, saflıkları, çocuk ağızları, şirinlikleri, küçük yalanları, büyük itirafları, kocaman yürekleri ile kendi olmaya çalışan kadınları tanımak...

Bir kadını sevmekle baslar her şey ama, bir kadını tanımakla varılır hayatın sırrına. Bir kadını tanımaya soyunmak zor ama keyifli bir yolculuğa çıkmaktır. Dört mevsimi bir yürekte buluşturur, bu yüzden de sürekli şaşırtırlar. Sürprizlerin ardı arkası kesilmez. Zordur anlamak onları. Benzemek gerekir anlayabilmek için belki de! Kendi zekasını hatırlatanları sever, sevgisini göstermekten ürkmeyenleri, sürprizlere hazırlıklı olanları bir de. Muson yağmurları gibi yağarken, Sahra' da çöl fırtınası koparıp ardından güneş olup ısıtabilirler. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen...

Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla anlaşılır, hayatın

sırrına ancak aşkla varılacağına. Sevgi arsızıdır kadın. Verdiğinden daha

fazlasını isteme bencilliğini gösterecek kadar sevgi arsızı... Bu yanını doyurunca şımaracağından korkanlar, birlikte çoğalacaklarını bilmeyenlerdir. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama, bir kadını tanımakla kanat çırpılır özgürlüğün bütün maviliklerine. Kendine inananlara, aşka inananlara koşar. Hem yaman bir aşk avcısı, hem de

engebeli yollarda koşmaktan bitap aşk yorgunudur kadın. Bir kadını sevmekle baslar her şey ama bir kadını tanımakla çıkılır keyifli serüvenlere. Hayatla dalga geçmesini bilir kadın, tıpkı kendiyle dalga geçmesini bildiği gibi. Ağız dolusu gülüşlere teslim olur. Bir kadını sevmekle başlar her şey ama bir kadını tanımakla tanık olunur

tutkuların gücüne. Göze alandır kadın. Çekip gitmeyi, sahip olduklarından

vazgeçmeyi, karşılık beklememeyi...

Mücadele eder, kızar, bağırır ama hep sever. Dedim ya bir dünyadır kadınlar, yürekleriyle konuşan, gözleriyle gülen... Yüreğini sevgiye açan ve sevmekten korkmayan bütün kadınlar gibi... Şimdi bir düşünün, kaç kadını değil bir kadını tanıyabildiniz mi bugüne değin? ? ?

Tanrı, kadınlara geçmişi ve geleceği, erkeklere ise yaşadığı günü armağan etti, kadınlar geniş bir zamana yayıldıkları için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.

Ahmet Altan

Tevfik tarafından düzenlendi
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hayat notları: Ne çok uzak

Bir zamanlar, "Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?" diye sormuştu ABD'li psikolog Eugene Kennedy, minnacık bir kitabında. Ne ilginç, her insanın, kendisine ait 'buğulu karanlık kilerinden' ya da ortalıkta görülmesin diye, 'halının altına süpürülen tozlardan' fışkıran, bir soruydu bu sanki. Her insanın kendisini takip eden gölgesinden, köklerinden gelen bir soru bu. Nedense bu soru hiç değişmiyor, yanıtları da sabitleşiyor sanki.

***

Adına 'insan' dediğimiz varlık; özünde ne çok kırılgan, ne çok yalnız, kendisine ne çok yabancı. Kendi özünü yeniden keşfetmekten, inancın ışığıyla yıkanmaktan ne çok uzak.

İşte bu nedenle, durmadan kendi egosuyla uğraşan insan tipi öne çıkıyor günümüzde. Egosunun gittikçe büyüyen, aslında kocaman yalnızlığı altında ezilen, üstünü örttüğü karanlıklarıyla bir türlü barışamayan, bazen güç bağımlılığına yakalanan, bazen sevgisizlik hastalığının yatağında, kıvrılarak acı çeken, ama bunun hiç farkında olmayan insan.

***

Sürekli 'özsaygı' coğrafyasında, sancılar içinde olan insan.

Ah insan; kendi eşsizliğinin, tekliğinin, birliğinin, sınırsızlığının, narinliğinin, güzelliğinin, zekasının, yaratıcılığının hiç farkında olmayan insan.

Yüreğinin derinliklerinde taşıdığı yüce bir sevginin, kendi kutsal haritasının, barış duygusunun, şefkatinin, merhamet topraklarında taşıdığı adaletinin, bir zamanlar Kant'ın yer yüzünün en önemli değeri olarak tanımladığı 'vicdanının', hiç farkında olmayan insan.

***

Ah insan; başkaları kendisini sevmeyecek diye korkan insan.

Bu korkusuyla, aslında gerçek özgürlüğünü tüketen insan.

Yaşamı boyunca, ruhunun karanlık noktalarında, onları ışığının altına taşıyamadığı için, kalbinden kopmuş acılı sözcüklerle dans eden insan. Umutsuzluğa kapılan. İşte bu nedenle de Eugene Kennedy'nin sorduğu gibi, sık sık kendi kendisine "Beni gerçekten tanısaydın, yine de sever miydin?" diye soran insan.

***

Kendisi ve çevresi hakkında, genellikle iyi şeyler düşünemeyen insan.

Ruhunu olumsuzluk okyanuslarının cahil kıyılarında acıtan insan.

Belki de hep derin bir kendisine güvensizlik uçurumunun kenarında, kaygı yağmurlarının altında yürüdüğü, sevgi alıp sevgi vermede kimsesizleştiği için, ıssızlıkta kendi insanlığına borçlu kalan insan. Önce kendisini sevemeyen, kötülükte çıkış arayan, eşitler arasındaki duruşu hiç tatmayan, tatmamış insan. Ah çaresize merhamet duyamayan, duymayan insan.

***

Narsizmin nehrinde yıkanan, kendisine hayranlık suları altında, kendi egosuna tamamen teslim olmuş, kendisini arıtamayan, arınmayan, ışıktan uzaklaşan insan.

Ah insan, uyanıkken aslında uykuda olan.

Ah insan, unutup kısırlığa olan mahkumiyetini, başkalarını mahkum eden insan. Ah insan, unutup asırlar önce kulağına fısıldanan "komşunu kendin kadar sev" öğüdünü; komşusunu, ötekini, artık kendisini de hiç sevmediği kadar, sevmeyen insan. Eşitliği sadece sevgisizlikte yaşayan.

***

Ah insan, bazen de insan olabilen insan. Kendisini yücelten, güzelleştiren, çoğaltan; ah güzel insan. Ah insan, yaşamın gücü, zarifliği, maddesi olan; kulakları sağırlaşmamış, kalbi körleşmemiş insan. Ah insan, sonsuzlukta iyiliklerle akan, sevgili güzel insan. Sevginin, merhametin, şefkatin, aklın, hikmetin efendisi insan. En iyisi Çetin Altan ustanın dediği gibi; insan hakkında da "enseyi karartmamak" gerekli. Bütün umudumuz, yine insanda çünkü.

Hem Edip Cansever'in deyişiyle, gerçekten de:

"Ne gelir elimizden insan olmaktan başka."

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hayatın tadı... Tatlı mı, ekşi mi, acı mı?

Orta sınıftan insanlar arasında şöyle bir dert türedi...

Neymiş! Geç olmadan hayatın tadını çıkartmayı öğrenmek lazımmış!

Ama nasıl?

Popüler medya sürekli "hayattan tat almak için yapılması gerekenler" listeleri sunuyor.

Şu yemek yenmeli; bu giysiden edinmeli; o geziye çıkmalı; şu semte gitmeli; bu dükkâna uğramalı; o kitap okunmalı; şu müzik dinlenmeli, vd.

Bunlar basit kaçmaya başladığında, kendini helak edercesine fitness programlarına katılmak ve kişisel gelişim öğretilerine ilgi duymak gibi şeyler devreye giriyor.

İtirazım yok!

Çoğu içsel bir "üretim"den çok parayı bastırıp satın almaya dayanıyor da olsa...

Ucunda o güzelim sevinç duygusu saklıysa, itiraz etmem. ***

Fakat tam bu noktada durup sormak isterim...

Neden ortadaki manzara bir tat arayışından çok çatışmayı andırıyor?

Bakıyorum...

"Ne yapsak da hayattan tat almayı becersek" diye dertlenen 30'larındakiler...

Henüz 18'inde, bilemedin tam 20'sinde olup "hiçbir başarı ve tadı yakalayamıyorum" diye şimdiden hayatına küsenler...

Yavaş yavaş "benden bu iş geçti" demeye başlayan ve "talihli" saydığı akranlarına hasetle bakan 50'sindekiler...

Ne çoklar!

Ve hepsinde hoşluktan çok huzursuzluk; neşeden çok endişe hüküm sürüyor. Yalan mı! ***

Bana sorarsanız...

Mesela asma yaprağına yatırılmış ızgara sardalyenin bir tadı var, elbette! Enfestir!

Mesela güzel bir müzikle, iyi bir filmle tanışmanın; şehrin hoş semtlerinde dolaşıp kafelerde soluklanmanın; ruhu dinlendiren bir seyahate çıkmanın nasıl keyifli bir şey olduğunu kimse inkâr edemez!

Ama söyleyin...

Bunlar "hayatın tadı" konusunda fazla çıtır çerez kalmıyorlar mı?

Şu dünyada "nereden gelip nereye gittiğini" hiç sorgulamayan ve bir gram şeker için bir keçi boynuzundan ötekine koşturanlar hayatı tadabilirler mi?

Hem nasıldır hayatın tadı?

Tatlı mı? Pek az.

Ekşi mi? Bazen.

Acı mı? Çoğu zaman.

Tuzlu mu? Neredeyse, her zaman.

  • Beğen 1
Yorum bağlantısı
Diğer sitelerde paylaş

Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın

Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor

Hesap oluştur

Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.

Hesap Oluştur

Giriş yap

Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.

Giriş Yap
×
×
  • Yeni Oluştur...

Önemli Bilgi

Bu siteyi kullanarak, forum Gizlilik Politikasını kabul etmiş olursunuz.