Tevfik Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 (düzenlendi) Mevlana'nın su felsefesi Bir an için su olduğunu düşün... Su gibi özel, su gibi yararlı ve su gibi çok, tükenmez. İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak... Dibi olmayan bir kovayı asla dolduramazsın. Yani, seni dinlemeyenlere sesini asla duyuramazsın. Unutma, daha çok bağırdığında daha çok dinlenmezsin; gürültünün parçası olursun yalnızca. Suyun yakınında olanlar, suyu en az içenlerdir. Çünkü "Su nasılsa burada, gerek yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler. Tıpkı, sesini sürekli duyanların, bir süre sonra seni dinlemedikleri gibi. Ormanda hiçbir hayvan, ırmağın gürültü koparan yerinden su içmeye çalışmadı şimdiye kadar. Hepsi, hep, sabahın en sakin anını bekledi, suyun durgun yerlerini bulabilmek için. Gittiler, sakin sakin ihtiyaçlarını giderdiler. Onlar için en uygun olan, kendi istedikleri zamandı. Sen hep bir su olduğunu düşün. Su gibi güzel, su gibi vazgeçilmez. Ve su gibi bir hayat kaynağı olduğunu düşün. Ama su gibi yaşatıcı ol. Su gibi yıkıcı, sürükleyici ve öldürücü değil. Su isen, tarlalarını basma insanların, yuvalarını yıkma, ocaklarını söndürme. Sana "felâket" denmesin. Su isen, bir bardağa sığ ki damarlara girebilesin. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi gerekli, su gibi bitmez tükenmez olduğunu unutma. Ayrıca, su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi "kıyametler" koparıcı olabileceğini de asla aklından çıkarma. Vadiler varken önünde ve ovalar varken, yayılabileceğin küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini ve bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen, korkulan ve kaçılan birisi olursun, hırçın seller, afetler gibi. Tercih hep elindeydi ve hep "senin" ellerinde olacak. Ya dilini tutmayı öğreneceksin, ya da hiç durmadan konuştuğun için, yalnızca bomboş anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrendeki insanlara. Ama asıl yapman gereken şu değil mi? Düşüneceksin ne zaman, ne söyleyeceğini. Düşüneceksin, kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin, anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini. Hatta, anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu düşüneceksin. Konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama, en uygun sözcükleri seçmeye çalışacaksın. Yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, zaman yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin. Demeyeceksin, "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da o saniyede gelmek zorunda." Demeyeceksin, "Ben aklıma geleni, geldiği biçimde söylerim, karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda." Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef gerçek bu değil. Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç? Ya da önüne çıkan ağaçları sürükleyen selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan gördün mü? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler, beyni olan her canlı gibi. Haydi. Sen şimdi "Su olduğunu" düşün ve kendini "Su gibi" hisset. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı. Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez tükenmez olduğunu hatırla. Ama yine su gibi "küçük bir bardağın içine" sığdır ki kendini, girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver, yardımcı ol, vazgeçilmez ol. Nazlı Ilıcak... Temmuz 29, 2012 Tevfik Bardakçı tarafından düzenlendi 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Cem Boneval Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Paylaşımlar için teşekkürler, senin yazıların değilse yazar/kaynak alabilir miyiz? Hepsi çok güzeldi... Kültürel moda 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Cem Boneval Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Yine de polisin onuruyla bu şekilde oynanmamalıydı. Bu kadar aşağılanmamalıydı polis... Türkiye'deki en tehlikeli gidiş budur. Padişahlığın tescili ve resmiyete dökülüşüdür. Bireysel gücün kurumsal güce despotluğu ve kaosun davetiyesidir. Devletin kurumlarının kişiye göre davranışa itilmesi temelden çürümenin en çarpıcı göstergesidir. Meşru yasama ve yürütme düzeni çerçevesinde birey hak ve özgürlüklerinin savunucusu olmalıdır. Einstein demişti: "Dünya; kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir." 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Paylaşımlar için teşekkürler, senin yazıların değilse yazar/kaynak alabilir miyiz? Hepsi çok güzeldi... Kültürel moda Düzenledim doktorum..hepsini aslınds uzun yıllardır herpazar...sırasıyla okuduğum yazarlar olsada yanlızlığı ve hüzün seven tek adam vardır Haşmet Babaoğlu onundur pazar notları...ekiden yaşamdan dakikalarsız nefes alamazdım ne güzel sohbetlerdi..hepsi.... sonra Hıncal Uluç gelir hsftanın panoraması..pazar neşesi... sonra...sonra Yılmaz Özdil gelir...ama medyatik olunca oda yoruldu...insanın sırtına yük biner cünkü ... son dönem favorim ise....Ersin Ramoglu... sırasıyla pazar günleri günah cıkaran Nazlı Ilıcak... konumla ilgili bilgileri okumak için mutlaka Şükrü Kızılot...mutlaka okuyun herpazar cok güzel bilgiler verir eglenceli şekilde... ve bu liste Reha Muhtar serdar turguta kadr gider v.s Kadınları ögrenmek ve dana diye tabir edildiğimiz erkek hareketlerimizi ögrenmek içinse Dilek Önder..okunur... Beğeninize teşekkürler...sizin varlığınız yeter.... Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 (düzenlendi) Türkiye'deki en tehlikeli gidiş budur. Padişahlığın tescili ve resmiyete dökülüşüdür. Bireysel gücün kurumsal güce despotluğu ve kaosun davetiyesidir. Devletin kurumlarının kişiye göre davranışa itilmesi temelden çürümenin en çarpıcı göstergesidir. Meşru yasama ve yürütme düzeni çerçevesinde birey hak ve özgürlüklerinin savunucusu olmalıdır. Einstein demişti: "Dünya; kötülük yapanlar değil, seyirci kalıp hiçbir şey yapmayanlar yüzünden tehlikeli bir yerdir." Aynen öle videoyu izlerken biryandan da şöyle düşündüm...halka ne yapıyorsanız gözlerdeki o korkuyu nasıl yaratıyorsanız... şimdi sizde görüyorum..nasıl bir duygu peki yaşamak... Temmuz 29, 2012 Tevfik Bardakçı tarafından düzenlendi Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Hayatın ve toplumun imkansızlığı "Hayat sen başka planlar yaparken başına gelen şeylerdir," John Lennon'ın bildik sözüdür: Hepimiz aslında bunu biliriz. Hayatın deli bir nehir gibi aktığını, yekpare değil değişken ve sınırsız olduğunu. O nehrin bir köşesinde avuçlarımıza aldığımız suyun, sonsuz akışın sadece minik bir parçası olduğunu ve büyük kısmının parmaklarımızın arasından akıp gideceğini. Yani bütüncül bir hayatın imkansızlığını biliriz, en azından sezeriz. Ama yine de kaçınılmaz olarak 'sonsuzu evcilleştirmeye', 'sınırsızı sınırlamaya' çalışırız. Tanımlamalar yapar, sınırlar çizer, anlamlar yaratır, anlamlar atfederiz. Yani bütünü kuşatmaya çalışırız. Başkası pek mümkün değildir. Çünkü insan anlam yaratan bir varlıktır. Bu oyunun en büyük tehlikesi yarattığın anlamın sınırsız, tek ve mutlak olduğunu sanmaktır. Okyanusta bir damla olduğunu unutup, okyanus olduğu yanılsamasına düşmektir. Bir Çin atasözü vardır: "Esnemeyen ağaç kırılır," der. Kırılırsın. Çatırdayarak. Tek, sonsuz ve mutlak olduğunu sandığın o küçük bütünlükle birlikte. *** Aynı şey toplumlar için de söz konusu. Hiçbir toplumsal yapı yekpare değildir. Toplumsal hayat, sonsuz çeşitlilik ve farklılık içinde akıp giden muhteşem bir kaostur. İnsanoğlu bu kaosu, bu sonsuz akışı dizginlemeye, kontrol altına almaya çalışır. Toplumsal yapılar oluşturur. Sınırlar, tanımlar; bütünlükler yaratmaya çalışır. Kimlikler ve uluslar da hep bu çabalama içindeki bir tarihe denk düşmüş yapılardır. Marksist filozof Ernesto Laclau'nun dediği gibi "Toplumsal, her zaman, toplumu kurma çabalarının sınırlarını aşar. Yani herhangi bir yapısal sistemin sınırlı olduğunu, her zaman, denetim altına alamadığı bir anlam fazlasıyla çevrelendiğini ve sonuçta, kendi kısmi süreçlerini temellendiren, yekpare ve bilinebilir bir nesne olarak toplumun imkansızlığını," unutmamak gerek. Yani hayatın sizin planlarınızı aşması gibi, toplumsal da toplumsal yapıları aşar! Okyanusun kendisinin olduğunu düşünen insanın kırılması gibi, 'toplumun imkansızlığını' unutan, kendi toplumsal kimliğini, dilini, dini, ideolojisini tek, mutlak ve bütüncül sanan toplumlar da kırılır. Çatırdayarak. METİN SEVER Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Ağustos 4, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Ağustos 4, 2012 Kamyonetle Kendine Gitme Rehberi İnsan bir yere gidince oraya gitmekle kalmıyor kendisine de gidiyor. Gidilen yerde gördüklerine şaşırıyorsun ama iyi bakarsan, aslında en çok kendinde buldukların(d)a şaşırabiliyorsun. Mümkünse alıştığın konforunu darmadağın edecek gitmelere bırakmak lazım kendini. Ne kadar çok uzağına düşersen kendinin, o kadar çok ‘uzağında kalan kendine’ bakma fırsatın oluyor. Derin aşklarda da böyle olur insan. Sarsılır. Bir başkasına gitmeye kalkışmak bir yanıyla da aşk çünkü. Orada da fena halde kendinle karşılaşıyorsun. Size acayip gelecek bir gitme tarzım vardı. Bir kaç yıldır yapmadım, yapamadım. Bir ara size de anlatacağım. Gördüğüm yerler, karşılaştığım insanlar kadar, belki ondan da çok kendimi; daha doğrusu –bilmediğim- kendime doğru gidişimi yazacağım. İnsan her sabah baktığı aynadan başka aynalarla –kandıramadığı aynalarla- karşılaşıyor çünkü. Biraz orası burası kanıyor. Rahatı kaçıyor. Gözü yerse çok da iyi oluyor. Bazen bana “terapist nedir, nasıl bir şeydir?” diye sorarlar. Sanırım birçok şekilde tanımlayabilirim veya sıfatlayabilirim. Yazmaya kalksam ciltler dolusu şey çıkar. Sadece yumuşak, sarıp sarmalıyıcı, onay ve akıl verici bir komşu teyze sanır çoğu insan terapisti. Zannedilir ki orada terapist dert dinler, akıl verir. Oysa ben tanımlamaya kalksam en başa ne koyardım biliyor musunuz? Oyunbozan derdim. Terapötik ilişkide de fena halde kendine gider insan. Aynasında eli kesilir. Bu hafta sonu çok yakın bir yere gittim. Burnumun dibinde olmasına rağmen hiç gitmemiştim daha önce Sedef Adası’na. Oradan yazıyorum size bu satırları. Ne oldu da bunlar aklıma geldi? Balkonda oturdum. Meraklı çocuklar gibi sorular soruyordum Serim’le Şebnem’e. İndiğimizde bizi bir kamyonetle aldılar. Şoförü Murat. Film kahramanı gibi. Kaç araç var adada? Diye sordum. Tekmiş. İşte bu o kamyonet. Ve aynı zamanda adanın ambulansı da o. Olasılıkla cenaze arabası da. Düğün falan olduğunda da belki de gelin arabası. En son bildiğim bu yazıyı da taşıdığı. Sonra, “Asayiş nasıl? Kaç polis var?” dedim. Bir taneymiş. Ve de 45 kiloymuş. Kendi yetiştirdiği bir çiçek varmış. Saksıdaymış. Tanımadım ama tanısam kesin severdim. Devlet neden onu seçmiş merak ettim. Sorardım. Polis olmak istemezdim ama olsaydım o olmak isterdim sanırım. Kilo sınırı varsa dişimi sıkar 45 kiloya inerdim. (Bu anlattıklarımı bakınca, sorunca, elleyince, dokununca görebiliyor insan. Yoksa sıradan bir kamyonet sanıp sadece yolun bitmesini de bekleyebilirsiniz.) Balkonda kalmıştık. Çok sessiz. Neredeyse hiç ses yok. Karşıdan İstanbul görünüyor. Leylekler geçiyor tepemizden. Sonra pek bilmediğim bir sese takıldım. Serim, “İşte bu var ses,” dedi. İnsan içindeyken çok duyduğu için hiç duymuyor: Şehrin sesi! Ayrı ayrı sesler olarak bildiğim korna, araba, insan, çocuk, adam, kadın, köpek, ambulans, kavga gürültü… Sayısız ses… Ama hepsi bir araya gelip uzaktan dinlendiğinde tek başına başka bir ses. Ayrıntılar birleşip bir bütün oluşturmuş. Sanki biraz inliyor, biraz ah ediyor, biraz da of diyor gibi. Ama biraz da bir makine sesi gibi. İstanbul’un sesi… Olasılıkla elli yıl önce böyle değildi bu ses ve elli sonra da böyle olmayacak. Bu sesin yavaş yavaş bir değişime, dönüşüme uğradığı ve uğrayacağı besbelli. Hepimizin değiştiği, hepimizin sesinin değiştiği gibi… Eklediklerimizle çıkardıklarımızla bizden kopanlarla. Ama daha hızlı birden bire attığımız çığlıklar, ağlamalar var bir de. Şehrin sesi nasıl oluyor acaba? Depremle sallanırken Sedef Adası’ndan nasıl duyuldu İstanbul’un cığlığı? Böyle işte. Yakın da olsa bu hafta sonu bir yere gittim. Kendime de gittim. Siz de bu yazıyla bir yere, bir yerlerinize gidin. Hepimizi Murat’ın kamyoneti taşısın… cem mumcu, 2010 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Cem Boneval Yanıtlama zamanı: Ocak 1, 2013 Raporla Share Yanıtlama zamanı: Ocak 1, 2013 Pazar olmasa da tatil günü olduğundan bu başlık uygun... Forum ahalisi genelde genç, farklı kutupları anlamaya ve empatiye ihtiyacımız var, yasal sorun yaratmamak için buraya alıntılamıyorum, lütfen bağlantıyı takip edip okuyunuz... http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=389562&kn=49&ka=4&kb=5&kc=49 http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=389554&kn=56&ka=4&kb=5&kc=56 2 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın
Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor
Hesap oluştur
Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.
Hesap OluşturGiriş yap
Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.
Giriş Yap