Mert Erçetin Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 Raporla Share Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 Özledim Tevfik abi ya. Babamla aramızda şimdiye kadar büyük bir tartışma hatta tartışma bile geçmedi diyebilirim. Elbet onu kıracak davranışlarım olmuştur Babam bana kırıldığını üzüldüğünü belli etmedi hiç. Bizler gençciz yapar eder daha sonra kafamıza dank eder bazı şeyler. Ben ve burada tanıdığım arkadaşlarım hiçbir zaman siz Babaları sevmekten vazgeçmeyiz ne kadar belli etmesekte. Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Alper Albayrak Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 Raporla Share Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 Harikaydı abi aldı götürdü beni,hele o yazılan mektubu hayatıma paralel okuyunca bi başka oldu,benimde hayatımdaki bi kesit gibiydi babamlı yıllar ve keşke hiç bitmeseydi. Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 okuyun ve okutun bu yazıyı arkadaş ve bubalarınıza....ve bizi anlayın..zaman yolculuguna kimse inanmaz ama bizler zamanın ötesindeyiz sizlerin 10-20 yıl ilerinizden gelip size hayatın neler getirip götüreceğini söylüyoruz sizler dinlerseniz güzel bir gelecek sizleri bekliyor bu konuşmayı aynen akşam oglumada yaptım...oda dedki ben ancak kendim yaşayıp olaylar o şekilde gelişince anlıyorum..dogrudur ancak...ne gerek varki olumsuzlukları yaşayıp acık cekip geleceğinizin olumsuz şekillenmesine...bize kızmayın küsmeyin..anlamsız geri zamanlı adamlar görmeyin...bizler size dogru yolu ve gelecekte bizim cektiklerimizi cekmemeniz için öyle konuşuyoruz herşeyi yaşayığp ögrenmektense..yaşanılmış tecrübelerden yola cıkıp aynı hataları yapmayı engellemek elinizde...hayat sizin... Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Alper Albayrak Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 Raporla Share Yanıtlama zamanı: Şubat 5, 2012 Sağolasın abi haklısın sonuna kadar,belkide hayatın bi cilvesidir buda. 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Şubat 19, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Şubat 19, 2012 Dünya hâlâ güzel! Kış nasıl da bitmek bilmiyor! Soğuk algınlığına yakalandığımız doğru değil. İtiraf edeyim, bizimki düpedüz alınganlık! *** Aman dikkat! Unutkanlık ve unutabilmek çok farklı şeylerdir. Unutkanlık bizi sersemleştirir. Oysa eğer huzur diye bir şey varsa, ancak unutabilmekle mümkündür. *** Seviyoruz, seviyoruz, seviyoruz ama bir türlü sevinemiyoruz. Seviyoruz, seviyoruz, seviyoruz ama bir türlü sevindiremiyoruz. Gerçekten sevgi mi bu? *** Ne kadar az sevinç var ve yerini belki tutar diye, ne kadar çok şımarıklık! Ne kadar az neşe var ve yerini belki tutar diye, ne kadar çok eğlence! *** Dünya hâlâ güzel! Ve belki hâlâ vaktim(iz) var bunu anlayıp yaşamaya! Daha önce de yazmış mıydım, bilmiyorum; ne zaman bunu düşünsem, Douglas Coupland'ın "Hey Nostradamus" adlı romanının son paragrafını hatırlarım: "Deniz kıyısında oturmuş masmavi gökyüzünü, yaban ördeklerini izliyorum. Köpeklere bakıyorum; hakikaten gülümsüyorlar. Dünya çok güzel ve biz insanlar henüz bunun bir parçası değiliz." *** Gençliğimizde dostluk sandığımız pek çok ilişkimizin aslında bir tür yoldaşlık olduğunu sonra anlarız. Yol biter, yoldaşlık biter! *** Gözleri çukura kaçmış, dudaklarının kenarında gelip geçmiş yılların izleri. Bugüne kadar ne yaptıysa, hepsinin boş olduğunu yeni fark etmiş biri gibi bakıyor. Soruyorum: "İyi misin?" Cevap bir hırıltı gibi çıkıyor dudaklarının arasından: "Artık kendimi iyi hissetmek umurumda değil" diyor. "İstediğim ne biliyor musun? Mümkünse, kendimi iyi biri gibi hissedebilmek!" *** Kırk beş yıl boyunca tam bir karanlık içinde yaşamış, daha sonra geçirdiği ameliyatla gözleri açılmış bir adam düşünün... ünlü nörolog Dr. Oliver Sacks'ın hastasının durumu buydu. Dünyayı, insanları, eşyaları ilk kez görmeye başlayan adama bir süre sonra sordu Dr. Sacks: En çok neyi sevdin, neden hoşlandın? "Sarı renkli okul otobüslerini" dedi adam... Ah, şu renk!. Aynı anda hem coşku hem huzur! Güneşten bir parça sanki... *** Laboratuvar ortamında çocuklardan renk skalasından bir renk seçmeleri istendiğinde her seferinde ilk tercihleri sarı oluyormuş... Sakın sarışınların cazibesi de oradan kaynaklanıyor olmasın! Erkeklerin içindeki "çocuğa" hitap ediyorlardır belki de! *** Anladım, büyük acılar bile küçük insanlar kadar yakmıyor canımızı. 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Mart 2, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Mart 2, 2012 Pozitif Hüzüne sadece şarkılarda tahammül edenlere... Kahkahaları çoğaldıkça mutsuzlukları azalacak sananlara... Dünyayı dert edinmeyi mikrobik bir hastalıkla temas gibi algılayanlara... Gündelik hayatındaki bütün sorunlarını bir tür "talihsizlik" gibi görüp sabah akşam başına "talih kuşu" konmasını bekleyenlere... Nasıl anlatayım ki... "Pozitif düşünmek" dedikleri aslında içinde derin bir korku ve endişe saklıyor! Mutsuzlukları ve hayal kırıklıklarıyla yüzleşmekten kaçan insanların hayatlarını "pembe kurdeleler"le süslemesinin nesi pozitif olabilir! Azıcık itince, yıkılan bir dekor bu! *** Fakat "pozitif düşünce" akımının çok taraftarı var. Hepsi de pek fanatik! Daha geçen gün... Büyük insanlık geleneklerinin vaaz ettiği "iyiyi düşünmek" ile kişisel gelişim piyasasının uydurduğu "pozitif düşünmek" arasında büyük fark var diye yazdım ve "hayat piyango değil, oturduğunuz yerde büyük ikramiye çıkmasını beklemeyin" dedim ya... Gördüm ki, birçok okur bu sözlerime bozulmuş. Onları anlıyorum. üstelik bu tavrın geleneksel yüzü de bizim toplumumuzda pek tanıdık ve yaygındır. "Hayatınızı değiştirmezseniz, yeni yıl sizin için zor geçer" dersiniz onlara; hiç duraksamadan "sen şom ağızlısın, zaten hep negatifsin!" tepkisini verirler. ölümden söz edersiniz, "ağzından yel alsın" diye ayaklara fırlarlar. Bu mudur, düşünmek? Bu mudur pozitiflik? Bilgiyle, sezgiyle, hakikat arayışıyla donatılmamış ve bütün varlığını acılardan kaçış üzerine odaklamış bir zihne, "düşünüyor" diyemeyiz! *** Popüler kültür açısından baktığımızda da "pozitif düşünmek" modası hiç masum değil! Boş hayaller kurdurmak ve "geleceği pazarlayıp satmak" üzerine kurulu açgözlü finans kapitalizmi 2008 krizine kadar "pozitif düşünmek" modasıyla el ele yürümedi mi? "Finansçıların büyük bir şehvetle toplumu uçuruma sürüklediklerini neden göremedik?" sorusuna şimdi bazı iktisatçılar şu cevabı veriyorlar: Sahte iyimserlik (pozitiflik) toplumu öyle sardı ki, olumsuz gelişmelerle hesaplaşamadık. (Bu modanın özellikle kanser hastaları üzerindeki tahribatını anlatan bir kitabı meraklısına öneririm: Barbara Ehrenreich, "Bright-Sided: How The Relentless Promotion Of Positive Thinking Has Undermine America.") *** Bunca yıllık ömrümde net biçimde anladım ki... Hayat ibret ve ironiyle bezenmiştir. Konfora doğru koştukça rahatsızlık peşimizden takip eder! Tatmin arayan insan tatminsizliği bulur! Mutluluk kovalayan, mutsuzluğa yakalanır! Ve ne yazık ki, şu gerçeği hep unutur, hep savsaklarız... Zeytin tanesinin buruşuk yüzüne ve damakta bıraktığı buruk tada odaklanmaktan; sevgilinin boynunun kuytusundaki kokuyu içine doyasıya çekmekten; ara ara herkesten uzak bir köşeye çekilip derinlere dalmaktan ve dost muhabbetlerinin hakkını vermekten daha "pozitif" çok az şey vardır! Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Mart 4, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Mart 4, 2012 Adam, köpek ve cennet Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği, bir kazada birlikte ölmüşlerdi. Gökyüzünde dolaşırken, bembeyaz bulutların ardında muhteşem bir manzarayla karşılaştılar. Bahçe kapısında beyazlar içinde bir kadın gördüler. Adam, usulca sordu: "Burası neresi?" - Cennet, cevabını aldı. - Harika, çok susamıştım, biraz su verir misiniz? diye sordu. - Tabii efendim içeri buyurun. İçeride dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz. Yalnız köpeğiniz sizinle gelemez. Hayvanlara yasak burası. Adam, bir an durdu, sonra, "Hayır ondan ayrılamam" diye itiraz etti; tam ters istikamette yürümeye başladı. Bir süre sonra, adamla köpek kendilerini çamurlu bir yolda buldular. Karşılarında yırtık pırtık elbiseli bir dede. Ona sordu: - Afedersiniz bana biraz su verir misiniz? Dede "İçeri gel" dedi, "Kapıdan girince hemen sağda bir çeşme var" - Peki arkadaşım da benimle gelip oradan su içebilir mi? - Tabii... çeşmenin yanında köpeğin de su içeceği bir kâse bulacaksın. Adam çok sevindi ve dedeye sordu: "Burası neresi?" - Cennet... - Ama nasıl olur, biraz önce muhteşem bir yere gittik, orasının da cennet olduğunu söylediler. çiçeklerle süslü, altın kapılı bir yerdi. - Orası cehennem. - Fakat sizin adınızı kullanıp, insanları kandırıyorlar diye hiç kızmıyor musunuz? Dede gülümsedi: - Kızmıyoruz, çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi arkadaşını yarı yolda bırakanı cennetten uzak tutuyorlar. 2 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Mart 11, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Mart 11, 2012 Pazar notları: Bekliyoruz! Sevdiklerimizi başkalarından gelecek tehlikelere karşı korumaya özen gösteririz. Keşke gerektiğinde onları kendimizden de korumamız gerektiğini kabul edebilsek! Çünkü en coşkulu aşk vaatlerinin iÇinde bile soğuk ve yıkıcı bir "yabancı" gizlenir. *** Sevgi dedikleri bu mu? Bakınca, hayata tutunamayan ve bundan umudunu kesen insanların birbirlerine tutunmaya Çalışmalarını görüyorum. Umutsuz fakat pişkin bir mızmızlık sanki! Hayır! Sevgi bu olamaz! *** Sevgi dedikleri bu mu? Toplumca kabul görmüş şehvet ve şefkat alışverişi... Hayır! Sevgi bu olamaz! *** Ummak, hayal etmek, âşık olmak, özlemek... En hakiki yanlarımızı temsil eden bütün bu hallere biraz daha derinden bakın! O zaman ürpererek göreceksiniz ki, hepsi "Büyük Bekleyiş"in parÇaları ya da kopyalarıdır! Onca faaliyet, onca mecburiyet yanıltıcıdır. Aslında her an bekleriz; ölümü değil, hayır! Doğumun bizi kopardığı esas parÇamıza geri dönüşü bekleriz; yeniden buluşmayı bekleriz. *** Bakıyorum da, hayattan kendi mutsuz Çocukluklarının intikamını Çocuklarının almasını isteyen ve onları bu hedefe göre yetiştiren anne babalar ne Çok! Günah bu Çocuklara! Çünkü tam da bu yüzden onlar da mutsuzlar! *** Yüksek sesli kahkahalar Çoğu zaman alÇak sesli acıların maskesidirler. *** Şu sıralarda yine Marguerite Duras okumaya başladım. Dağınık, oradan buradan, yudum yudum okuyorum. Böylesi daha hoşuma gidiyor. Duras âşık kahramanlarından birini şöyle anlatıyor: "Onunla buluşmayı düşünmüyor. Yalnız kalmak istiyor şimdi. Onu düşünmek, onu bilmek, sevmek iÇin." Ya her akşam aynı lokalde etrafta olup bitenlere aldırmadan saatlerce oturan bir Çifti anlattığı satırlara ne demeli! "öylesine yalnızlardı ki dünyada, yalnızlık nedir artık bilmez olmuşlardı." *** İstanbullu muyum? Bilemiyorum. Moda'yı, Sultanahmet bölgesini, İstiklal Caddesi'ni, Beşiktaş semtini düşünüyorum da... Ben oralara aitim. Bunlar bir insanı İstanbullu yapmaya yeter mi, emin değilim. GerÇek şu ki, büyük şehirler, insanı "oralı" kılmak iÇin Çok büyüktürler! 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 Aklı kullanmak yerine böyle göklere çıkartırsak, olacağı budur: Akıl tutulması! *** Akıl, kafa karıştırıcıdır! O yüzden, aklına başvurmadan önce kalbini sıkı tut, mutlaka ihtiyacın olur. *** Ne yazık ki, insanın "güzellik yaşları"yla, "güzel yaşları" çakışmıyor. *** 12 Eylül'den önce ideallerimiz vardı, 12 Eylül'den sonra hayallerimiz oldu. 12 Eylül'den önce gençtik, "kahraman" olmak peşindeydik. 12 Eylül'den sonra yaşlandık, "başarılı" olmayı seçtik. 12 Eylül'den önce her şeyi "ülke çapında" ele alır, konuşur, tartışırdık; 12 Eylül'den sonra herkes "kendi çapında" bir dünya kurdu! Uzun süren yenilginin bir başka boyutu da budur! *** Boğanın boynuzlarıyla bir matador yaralanmayagörsün, gazeteler hemen "Boğanın intikamı" başlığını atarlar. Büyük haksızlıktır bu! Boğa insan değildir ki, bilmez intikamı! Bir boğa güreşinde, güreşen bir tek boğadır ve kırk yılda bir de olsa, kazandığı olur. Ancak güreşi kazansa bile sonu ölümdür. *** Karar vermiş, bundan sonra "An'ı yaşayacak"mış! Huzur bundaymış... Öyle diyor. Oysa yıllardan beri yaşamaktan anladığı tek şey tüketmek oldu. Eş, dost, arkadaşlar; hazlar, hayaller, eşyalar, anılar; hepsi tüketilip harcandı, yerine yenileri geçti. Şimdi de sanırım tüketilecek ne varsa, hepsi tek bir "an"ın içine sığsın istiyor. Olmayacak şey! Sanırım son günlerde çevremde gördüğüm en mutsuz, en huzursuz kişinin o olması da bundan! *** Âşık erkek, aynı zamanda müşfiktir. Fakat sadece müşfik erkek çok açıktır ki, ya artık âşık değildir ya da henüz âşık olmamıştır. *** Can sıkıntısı günümüz ilişkilerinin kâbusu olup çıktı! En ateşli ve güzel rüyalar bile can sıkıntısı korkusuyla buz kesiyor. Çiftler arasında "birbirini hâlâ sevenler" ve "birbirini artık sevmeyenler" ayrımı yapmak gerçekliğe uymaz oldu. Şimdiki ayrım şöyle: Birlikte eğlenenler ve birlikte sıkılanlar! Sevgi nerede peki? Şeytan aldı götürdü, bakalım satamadan getirecek mi?.. *** "Trafik sıkışıklığı" deyimi İstanbul'da gerçeği anlatmıyor. Şehir sıkışıyor burada. Şehrin nefesi, kalbi, ruhu sıkışıyor! 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 Kahvaltı kadınları Reha Muhtar - [email protected] Bugün Pazar... Bugün kahvaltı günü... Sevgiyle, sevişerek, aşkla heyecanlanarak, dostlukla paylaşarak yaşanacak kahvaltılı bir Pazar günü bugün... Size bu Pazar için Kahvaltı Kadınları yazısını seçtim... Belki okurken kahvaltı edersiniz kim bilir?.. Keyif dolu kahvaltılı bir Pazar dileğiyle... *** Erkekler akşam yemeğe çıkartacak kadın ararlar... Kadınlar, akşam yattıktan sonra sabah kahvaltı edecek erkekleri... Erkek akşama ve geceye odaklıdır... Akşam yemeğe çıkartacağı güzel kadınla samimiyeti artırmayı umar... Oradan başka bir eğlence mekanına gitmeyi tasarlar... Hoş başlayan yemeğin romantik devamından medet umar... Eğlence mekanının alkollü arsızlığından gecenin devamını arar... Bulursa rahatlar... Her halükarda, noktayı gece uykuya dalarken koyar... *** Erkeğin nokta koyduğu yerde kadın hayatı yeni başlar... Kadının arayışı esasen, erkek uykuya daldıktan sonra başlar... Akşam yemeği, ilk gece için hoş olsa da etkili değildir... Gidilen eğlence mekanı, zevkli olsa da belirleyeci değildir... Belirleyci olan sabah kalkıldığında ne durumda olunacağıdır... Akşamki beraberlik beraberlik değildir... Esas sabah kalktıktan sonra beraberlik varsa, onun adı beraberliktir... İlk akşam yenilen yemek yemek değildir... Sabah edilecek kahvaltı kadın için ilk yemektir... Her kadın, her halükarda ve mutlaka bir kahvaltı kadını olmayı arzular... Vücudunun değil, kendi değerinin bilinmesini ister... Sadece erkekliği değil, erkek adamı uyandırmayı düşler... Ön sevişme diye adlandırdığı akşam yemeğini değil, sevişme sonrası kahvaltıyı arzular... Flörtü sevse de, sevgiyi arar... Kadınlığından gurur duysa da esasen aşkı arar... Özgür birliktelikleri savunsa da, ait olacağı adamı arar... İlk akşam yemekte ses etmese de, kahvaltıyı umar... *** Erkek duyarsızlıkları yoğun aşk durumları dışında, kadın kahvaltısını anlamaz... Sabah nemrutluğu, akşamki özenin tersidir... Verilen sözler sabah unutulmuştur... Gece fethedilen dünyalar, sabah kaderlerine bırakılmıştır... Paylaşılan kalpler yalnızlığa terkedilmiştir... Kadın için sevgi çokça yerini yeni bir öksüzlüğe bırakmıştır... Erkek için hayat normal ritmine dönmüştür... Çoğu zaman böyledir ve böyle olacaktır... Çoğu zaman böyle olduğu ve böyle olacağı için, kadın kahvaltılı birliktelikler ister... Erkek geceye noktayı koymuş ve uyumuşken, kadın virgülü koymuş ve düşünmeye başlamıştır... Kadın için gecenin nasıl geçtiği gece belli olmaz... Sabah belli olur... *** Her zaman sabah kahvaltısı yapılmasa da, kahvaltılı birliktelikler müthiş güzeldirler... Büyük aşk olmasa da sevgi doludurlar... Vücutlarını paylaşanların, birbirlerini paylaşması önemlidir. Ruhu güzelleştirir, sakinleştirir, dinginleştirir... İnsana insan olduğunu hissettirir... Hayvanlardan ayrı olduğunu özümsettirir... Bunu bilmeyenlere hanzo denir... Yüzüne söylenmese de arkasından söylenir... Akşam yemekleri davetlerinin çokluğu kadınlara dişi olduklarını hissetirir... Mutlaka gereklidir... Sabah kahvaltıları ise, kadınlara kadın olduklarını özümsetir... Gerekli olmanın ötesinde gereksinimdir... Olmaması büyük eksikliktir. Kahvaltısız kadınlar o eksikliği erkeğe mutlaka hissettirir... Akşamın güzelliği sabahki kahvaltının içindedir... Kahvaltı birlikteliktir... Sürekli olmasa da paylaşılan bir güzelliktir... Kadınlar kahvaltılı olmalıdır. Kahvaltısız bırakılmamalıdır... Sabahlarını çokça kahvaltısız geçiren bu satırların yazarı için bile, bu durum değişmeyecektir... Hayata ilk defa giren kadınlar mutlaka kahvaltılı olacaktır... Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Cem Boneval Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 Raporla Share Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 "Bir sabah gri bulutlarla dolu bir pencereyi açarsınız, hayatınızın en mutlu odasına. Her yer, her şey aniden buz keser. İliklerinize kadar ürperirken, umutsuzluk sinsice süzülerek girer içeriye. Oysa bu sabah gülerek uyanmışsınızdır. Daha mutlu olacaktınız, daha iyimser, daha güçlü… Daha da “fazla” olacaktınız, olmadı, olamadınız. İşte bu sabahların birinde sizi umutsuzluğa sürükleyen mevsimler ile olaylar aynı rotaya dümen kırar. Her ikisi de ansızın, beklenmedik zamanda gelmez. Tıpkı gri bulutların taşıdığı yağmurlar gibi pusuya yatar, hiç fark ettirmeden sessizce sırasını bekler, siz uyanana kadar. Aklınızdaki “geldi mi üst üste gelir” hikâyeleri tam da toplanmış, yeni düzelmiş ruh halinizin üzerine siner. İçinizden bir çocuk çığlık çığlığa oyun oynar “hava düzelecek, bu olaylar geçecek, bitecek, en az hasarla kurtulacaksın” Ama bu çocuk sesi ne derse desin siz hep üzüleceksinizdir. Bizi teselliye boğan, başımıza gelen kötü olaylarda mevsimler gibidir gelip geçicidir ve sırasıyla ilerler yanılgısıdır. Öyle ya; en derinden sarsan olaylar kış gibidir. Sessiz ama temizleyici. Bilirsiniz ki en acı hastalıklar kıştadır ama hastalıkları da en iyi kar temizler. Beyazlığıyla, soğukluğuyla düştüğü her yarada temizlik yapar. Sıra kendisini temizlemeye gelince bir sabah başka doğan güneşe teslim olur, yok olur gider. Sizin için ansızın doğduğunu düşündüğünüz güneş, mevsimsel yazgısını yaşar, aslında. Ağır sınav bitince ilkbahar gelir, siz sersem sersem gülümsemeye başlarsınız. Ama eli ağırdır ilkbaharın “dur” der. “unutma hemen soğuk acılarını” der ve indirir en olmadık anda tokadını. Siz kapıdan bakakalırsınız sarsıntılı bir umursamazlıkla mart ayında… Sonra… Sonrası yaz işte. Acının tatlı meyvesini yediğiniz zaman dilimleridir. Huzurun en sıcak denizlerde yüzdüğü, kahkahanın en gürültülü ormanlarda dolaştığı zaman aralığı. Sonbaharda ise sükûnetin sorguya dönüştüğü son noktanın cümlesidir, bu mevsim. Mutlu muyum yoksa pişman mıyım yanılgısının dost sayısının çokluğuna göre değiştiği sarı örtüdür. Hep böyle mevsimlere benzetilen hayat hikâyeleri anlatırlar bize. Oysa böyle mi? Hayır böyle değil elbette hayat. Bahara uyandığınız bir sabah gri bulutlarla dolu pencereyi sonuna kadar açarsınız. Tıpkı öyle havalarda ne giyeceğinizi bilemediğiniz gibi ansızın sırasını karıştıran mevsimler gibi sizi üzen olaylar karşısında da ne yapacağınızı bilemezsiniz. Şemsiyenizi alacak mısınız? İşe taksiyle mi gitseniz? Derken her şey daha kötüye gider. Çaresiz çıkarsınız dışarıya yağmur yağmaktadır, bir de ayaz eklenir. Elleriniz koltuk altına girer gibi sıkı sıkı sarılırken, saçlarınızı hüznün en kuvvetli rüzgârı savurur. Sığınacak bir liman bulan gemiler gibi sıcak bir kahve için en kalabalık ve en yakın yere demir atarsınız. Kısa bir mola, ömürden çaldığını geri vermek için saat tıkırtısının telaşıyla biter. Yaptıklarınızın bedelini bir adisyonla kasaya öder, çıkarsınız. Ortalık dinginleşip, güneş açmaya başlayınca havanın yanağına ılık bir gülümseme armağan ederek yürümeye devam edersiniz. Sanki ona yürür gibi her adımda daha da yakar güneş sizi. Dayanamazsınız ve ceketi çıkarıp elinize alırsınız. Gün yarı olmaktadır, tıpkı ömrünüz gibi. Yürürsünüz, yürürsünüz ömrünüzün ve yolunuzun geri kalanını. Bu tam terside olabilirdi. Güzel bir gün gibi başlayan hayat serüveninin sonu bir iki damla gözyaşıyla süslü aykırı ayazlarla da son bulabilirdi. Yahut bir sabah puslu başlayan ömür, paslı biterken, sıcak başlayan hayatların sevinçle bitmesi gibi. Ne kadar çok insan kaderi yaşanırsa, mevsimlerinde o kadar çok olasılığı olduğunu unutulmamalı. Hayat, size mevsimlerin olup biten oluş sırasına göre yaşatmaz kendini. Hayat, kendinin tüm yüzünü bir günde gösterir. Hayat, 4 mevsim gibi acılarını, sevinçlerini, unutulmuşluklarını, tesadüflerini, ölümlerini, doğumlarını koca bir günde yaşatır size. Hayat, ne 4 mevsimin sırasına göre giden orta kuşak iklimine benzer ne de tek tip mevsim yaşatan ekvator coğrafyasıdır. Hayat, Ege’nin mevsimleri gibidir, tutar kolunuzdan 4 ayrı mevsimi bir günde kaderinize işler." Nilay Demirhan *** Yaklaşık 3 saat önce yağmurlu bir güne uyandım, şimdi güneş açtı, parlatıyor her tarafı, çıkmak lazım baharı koklamaya, herkese günaydıııın.... 2 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Nisan 15, 2012 Günaydın...doktorum ...teşekkürler...mevsim kokulu yazı için her paragrafında 4 mrvsimden biri gizliydi ve..biri üşütürken,digeri ısıttı,biri ıslatırken biri kuruttu...iyi pazarlar... Erken Bir Yaz Sabahı.... Öylesine bütünlüklü ve öylesine sade güzelliği var ki bu erken yaz sabahının, başka hiçbir güzelliğe içinde yer bulunmuyor; belki de ilk kez, bir başka güzelliğin, bir mısranın, bir şarkının, hatta uzun bir şampanya kadehinin içinde duran şu çiçeklerin, derin bir duygunun, eğlenceli bir düşüncenin bozabileceği böyle bir vakte rastlıyorum. Sabah, sanki bir beyaz manolya yaprağı... Parlak, mavi bir yaz sabahı. Sakin, sessiz. Sanki hiçbir sese, hiçbir harekete tahammülü yok. Müziği kapattım. Dümdüz lacivert bir deniz, koruluklarının yeşili bile gözüken adalar, bir beyaz yelkenli, uzaklarda bir şilep. Balkondaki sardunyaların kızgın kızıllığından bile rahatsız olan bu masum ve aydınlık sabah, kendi mavi masumiyetiyle hayatın bütün karmaşasını, düşünceleri, duyguları reddediyor sanki. Bu ışıklı sessiz örtünün altında yatan heyecan verici karanlıklara uzanan yollar erken yaz sabahının sükunetiyle kesilmiş. İnsan, bu durgun güzelliğe boyun eğmekten başka bir çare bulamıyor. Sessiz mavi bir yaz sabahının bir parçası oluyor. Bir sevinç bile istemiyor. Hiçbir duygu olmamalı, bir düşünce bulunmamalı. Bir maviliğin içinde süzülmelisin. Bu sabah vaktinin bir parçası olmalısın. Ve bunun için, bütün varlığından, geçmişinden, hayallerinden bir anlığına da olsa vazgeçmeli, bu sükuneti bozacak hiçbir kıpırtıyı içinde taşımamalısın. O sessizliğin içine kendimi istekle bıraktım. Hiçbir şey olmamanın muhteşem sükunetiyle uçuk bir maviliğe büründüm, kendimi terkettim. Minik bir yaprak bile değilim, kavak ağaçlarının uçuşan pamukçukları da değilim, bir ağaç ya da bir çiçek de değilim. Mavi bir sabahım şimdi ben. Bütün derinliklerim sessiz. Beni çağıran hiçbir şey yok. Hiçbir yere gitmeyeceğim. Hiçbir şey düşünmeyeceğim. Hiçbir şey hissetmeyeceğim. Kendi sesim de dahil bütün seslerden uzaklaştım. Öylesine bütünlüklü ve öylesine sade güzelliği var ki bu erken yaz sabahının, başka hiçbir güzelliğe içinde yer bulunmuyor; belki de ilk kez, bir başka güzelliğin, bir mısranın, bir şarkının, hatta uzun bir şampanya kadehinin içinde duran şu çiçeklerin, derin bir duygunun, eğlenceli bir düşüncenin bozabileceği böyle bir vakte rastlıyorum. Sabah, sanki bir beyaz manolya yaprağı. Ona hiçbir şey değmemeli, dokunmamalı, değerse küser ve kararır. Hatta güzelliğini bile seyretmemelisin. Bir parçası olmalı, o maviliğe karışmalısın. Uyandığımda bende olan ne varsa artık yok. Ben yokum. Bir sabah vaktiyim. Sessizim, sakinim, maviyim. Beni terkeden herşey, bütün sesler, bütün düşünceler, bütün duygular, bütün kaygılar, bütün özlemler aniden ve büyük bir gürültüyle geri dönecekler, bunu biliyorum. Ben, yine ben olacağım. Hayat, yine hayat olacak. Bu mavi örtünün altında dolaşan o olağanüstü karmaşa, bütün karanlığı ve çekiciliğiyle yeniden ortaya çıkacak. Onları yeniden gördüğümde belki de çok sevineceğim. Ama, şu kısa an, sabahın içinde dağılıp bir mavi sabah olduğum şu vakit, neredeyse inanılmaz olan bu tanrısal armağan, herkes gibi benim de en çok kurtulmak istediğimden, kendimden kurtarıyor beni. İçimde dolaşıp duran, birbiriyle çatışan, beni bazen eğlendirip bazen yoran bütün o 'ben'ler sustular, gittiler, yokoldular. Issız içim. Kendi ıssızlığını da özlüyor bazen insan. Bunun asla ele geçemeyeceğini, o kalabalığın asla beni terketmeyeceğini sanırken, erken bir yaz sabahı, beni kalabalıklarımdan kurtarıp içine aldı. Görkemli bir cömertlikle kendini bütünüyle bana verirken, beni de inanılmaz bir hoşgörüyle kendi içine kabul etti. Bir şarkı duymak istemiyorum. Hiçbir şeyi, bir çiçeği, bir insanı, bir ağacı, bir kuşu, bir duyguyu tek başına görmek istemiyorum. Bu bütünlük, kalabildiği kadar bir bütün olarak kalmalı. Onun parçası olmalıyım. Tek olan her şey bu bütünlüğü bozacak. Ben bir bütünün parçası olamayacağım o zaman. Bütüne bazen hayranlıkla, bazen merakla, bazen dehşetle bakan, ayrı bir parça haline geleceğim yeniden. Buna da sevineceğim belki. Ama şimdi... Şimdi değil... Parlak, mavi bir yaz sabahı. Sessiz ve sakin. Ben yokum. Siz yoksunuz. Kimse yok. Mavi bir sabah var yalnızca. Ve, mavi bir sabah vaktiyim şimdi ben. Ahmet Altan okurken dinlemeniz için... 3 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Haziran 10, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Haziran 10, 2012 Pazar notları: Melek yüzlü şeytan! Bir erkek için büyümek babadan uzak bir "ruh evi" bulup oraya yerleşmekle başlar. Fakat kaçınılmaz an eninde sonunda gelir. Kapı çalınır. Eşikte duran babanızdır. Ona bakar, bakar... Ve şaşıp kalırsınız. Meğer ne kadar da birbirinize benzermişsiniz! Erkeğin "olgunlaşma"sı çoğu kez böyle tamamlanır. *** Babamızı sevmek... Uzun, sarp ve engebeli bir yoldur. Ama manzarası ve verdiği heyecan çok güzeldir. Çünkü bir yanı uçurumdur. *** "İyi baba" olmakla "iyi insan" olmak arasında dolaysız ve derin bir bağ vardır. *** Hz.İsa şimdi geri dönse ve yine aynı sahne tekrarlansa... Hani "içinizden en günahsız olan ilk taşı atsın" dediği sahne! Ne olurdu? Söyleyeyim; aynı anda onlarca kişi ellerindeki taşları fırlatırdı! Öyle ya, günah kavramından bihaber ama içi dışı suça bulanmış olanlardan başka ne beklenir! Çünkü suç, suça çağırır. Çünkü suç, suçu sever. *** Yüksek teknolojiyle el değmeden ekmek üretilen bir "ekmek fabrikası"nda oturmuş eski çağların fırıncılarını düşünüyorum... Ocağı yakmakta kullanılacak kestane ve meşe odunlarını bir yıl önceden toplayıp özenle kurutan; pişirme sırasında fırına hamura özel bir koku versin diye köknar, servi veya defne dalı atan insanlar dünyaya inceliklerden uzak, alabildiğine "kaba" bir açıdan yaklaşıyor olabilirler mi? Bunu doğru sanmak ancak eğitimle edinilebilen bir cehalet! *** Kapılar, kapılar, kapılar... Ne demişti Gaston Bachelard! "İnsan, kapatıp açtığı ve araladığı tüm kapıların hikayesini anlatmaya kalkışacak olsa, bu onun bütün yaşam hikayesi olurdu." *** Beğenilmek... Melek yüzlü şeytan! *** Beğenilmek... İçgörü kaybına giden en kestirme yol. *** Aklını projelerle bozmuş insanlara dikkat ediyor musunuz? Uzağı görmeye yarayan gözlüklerini hiç çıkarmadıkları için burunlarının dibini göremiyorlar. *** Dünyanın her yerinde Müslümanlar "buraya cami yapılsın mı, yapılmasın mı?" tartışmasına çekiliyorlar. Eninde sonunda kısır ve "seküler" bir sembolik tartışma bu. Bir tür dikkat dağıtma operasyonu sanki. Neden peki? Belki de başka bir inşaat furyasını gözlerden saklamak için. Gökdelenleri yani... Çünkü vahiyden azıcık haberi olan bile bilir ki, Müslümanlar çok yüksek binalar inşa etmeye kalktıklarında bir kere değil, on kere düşünüp tartmalılar! Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 (düzenlendi) Geriye dönüp bakınca... Seviliyoruz, seviliyoruz, seviliyoruz ama sevinemiyoruz. Seviyoruz, seviyoruz, seviyoruz ama sevindiremiyoruz. Gerçekten sevgi mi bu? *** "Seni seviyorum"lar artık sadece "beni sevmeni seviyorum" anlamına geliyor. *** Hayallerin varsa, hayal kırıklıkların da olacak! Hiç kırılmamışlarsa, bu şanslı olduğunu göstermez, hesaba kitaba dayanan projelerini hayal sandığını gösterir. *** Umut, inançtır. İnsan umut eder, diler ve dua eder. Ama modern insan "umut" duygusu ile "Tanrı inancı" arasındaki binlerce yıllık bağı kopardı! Umut artık insanın "kendine güveni" ve muğlak bir gelecek hakkında hayaller kurması anlamına geliyor. Bir de "umutsuzluk ve çaresizlik duygusu nasıl böyle yaygınlaştı?" diye soruyorlar. Şaşacak ne var! Bu durumda başka türlüsü mümkün olur muydu? *** Nasıl tıp geliştikçe hastalıklar da çoğalıyor ve dallanıp budaklanıyorsa; güvenlik sektörü büyüdükçe tehlike ve korku artıyor. *** Yüksek sesli kahkahalar çoğu zaman sesi kısılmış acıların maskesidir. *** Bazılarının dokunduğu yerde gül biter. Dikeniyle birlikte... *** Göz görmez, dokunur da... *** Toplum olarak kafayı tarihe taktık! Anlaşılır bir şey aslında. Çünkü az çok ortak bir tarih üzerinde uzlaşamayan toplumların ruhu bir türlü huzur bulamaz. O yüzden hiç durmadan tarihten konuşuyoruz, durmadan tarihi olayları tartışıyoruz. Fakat asıl ihtiyacımız "tarih" değil, "gelenek"ten konuşmak! Gelenek yani vahiy dinlerinin ve adalet duygusunun kurucu köklerini bir ders gibi yeni baştan çalışıp öğrenmenin zamanı geldi, geçiyor. *** Herkes birbirine poz veriyor. İnsan içine çıkmak, kamera karşısına geçmek gibi bir şey oldu. *** Bu kadar sık tartışıyor olmamız olup bitenleri sorgulayıp anlamak içindir, sanırdım. Meğer her yeni tartışma, eskisini unuttursun; kavrayışımız körleşsin; zihnimiz yorulsun, diyeymiş. Haşmet Babaoğlu....sabahtan.... Temmuz 29, 2012 Tevfik Bardakçı tarafından düzenlendi 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Tevfik Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 Yazar Raporla Share Yanıtlama zamanı: Temmuz 29, 2012 (düzenlendi) Çok üzüldüm... O fotoğraf içimi sızlattı. Aslında tüm Türkiye üzüldü. Tamam, Polisin içinde haddini aşan var, Laf sokanı, Ukalası, Küfredeni, Coplayanı, İşkencecisi, Dayakçısı, Ve hatta Gözaltına aldığı kadına tecavüz edeni… Dahası Hopa'da olduğu gibi, Adamı intihar ettireni bile var… Var ama… Hiçbiri o fotoğraf kadar, Yüreğime dokunmadı inanın… *** Hopa'da, Üç çocuğa tecavüz iddiasıyla gözaltına alınan, Noter Refik Bilgin'in intiharına da, bir polisin "Nasıldı babalık iyi miydi" sözleri sebep olmuştu. Çirkin iftira Adli Tıp raporu ile çürütülmüştü ama, Noter ölmüş iş işten geçmişti. O çirkin sözler söylenmese belki bugün yaşıyor olacaktı. Doğrusunu yazmasaydım, Aile ömür boyu bu kara lekeyle yaşayacaktı… Kısacası polisin insan hayatına mal olan, Birçok hatasına tanıklık ettim. Yine polisin kafasına göre, 'Telefon dinlemelerine' yorum yaptığını da biliyorum. Ammaaa… *** Yine de polisin onuruyla bu şekilde oynanmamalıydı. Bu kadar aşağılanmamalıydı polis... Olmadı, yakışmadı. Antakya'daki karakoldan Türkiye'ye yansıyan O görüntüler, Türkiye'nin içini acıttı. Ne polise bu muamele, Ne de o vekile bu davranışı yakıştırmak mümkün değil. Polisler ne yaptı bilmiyorum… Gördüğüm fotoğraftan sonra bilmek de istemiyorum. Kimse de bilmek istemiyor… Polis suçluysa ya da kusurluysa tamam, savcılığa başvurur, Gereğini de mahkeme ve idare yapar. Ama bu yöntemle ve bu şekilde aşağılanamaz. Sayın vekilin, durup iyice düşünmesi Hatta kamuoyunda ve özellikle de polis teşkilatından Özür dilemesi gerektiğini düşünüyorum... *** Bu görüntüler ve polisimize reva görülen o muamele ile Muhalefete iyi malzeme verildi. Sayın Başbakanın çay kaşığıyla topladığını, Bu gibi olaylar kepçeyle döküyor. Yazıktır, günahtır… Gördünüz değil mi gazeteleri… İzlediniz mi televizyonları... Hele de muhalifleri… Adamlar zaten pireyi deve yapmaya dünden hazır… Böyle bir malzemeyi elbette kaçırmayacaklardı. Günlerce bu filmi gösterirler şimdi… Belki afişini bile yaparlar… *** Malûm gazete, yeri geldi mi En ağır şekilde eleştirdiği polisi manşetine taşıdı. Ama dün… "Skandal! Türk polisinin şerefiyle oynadılar" dedi. Haksız mı? Hayır, haklı. Mal bulmuş Mağribi gibi hareket etmiş olsalar da, Hedefleri 'polise muamele' üzerinden Hükümete bindirmek olsa da Durum son derece açık ve kötü; üstelik hiçbir biçimde savunulamaz. *** Suçluyu polis cezalandırmamalı. Kimseye dayak atmamalı. Hakaret ve küfür de etmemeli. Ya ne yapmalı? Zanlıyı savcıya teslim etmeli. *** Bir de öteki haber var. Hani, çöp meselesi yüzünden tokatlanan esnaf var ya, o. Bu da tuzu biberi oldu. Ve gazeteler durur mu? Polise layık gösterilen muameleyi üste, Altına da AK Partili Belediye Başkanının esnafı tekme tokat dövdüğü haberini koydular. Gördünüz mü adamlar fırsatı hiç kaçırmadılar. Yazık ettiniz yazık, Hem de çok yazık... ERSİN RAMOĞLU (ANKARA) Temmuz 29, 2012 Tevfik Bardakçı tarafından düzenlendi 1 Yorum bağlantısı Diğer sitelerde paylaş More sharing options...
Önerilen Mesajlar
Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın
Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor
Hesap oluştur
Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.
Hesap OluşturGiriş yap
Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.
Giriş Yap